RESİMLER
| |
|
|
| |
|
|
Çaykara Tarihi

Makale: Vahit
Tursun.
Bu yazı "Çaykara'nın
Reel Tarihi" adlı çalışmanın orta bölümlerinden
alıntıdır. Bazı bölümleri henüz taslak halinde
olup yetersizdir!
DOĞU ROMA – BİZANS DÖNEMİ (MS 395 – 1453)
MS 395 yılında başlayıp MS 1453 yılına kadar
süren bu dönem, önemli oranda güncel olarak
Helenceyi kullanan, tamamen Hıristiyanlaşmış,
Batı Roma’dan kendilerini farklı görmelerine
rağmen, kendilerini Roma vatandaşı “Romios,
Romeos” kabul eden, Elen ve farklı toplulukların
bir çatı altında ayakta kalma mücadelesi verdiği
bir dönemdir.
Türkler Anadolu tarih sahnesinde, ilk defa bu
dönemde yerlerini almaya başlar.[1]
Roma İmparatorluğunun MS 395 yılında ikiye
ayrılması ile Trabzon, Doğu Roma / Bizans
imparatorluğunun sınırları içinde kalmıştı.
Bizans döneminde imparator Justinianus zamanında
bu kentte bazı önemli imar faaliyetleri
başlatılarak su kemerleri yaptırılmış, surlar
onarılmış, birçok kilise yeniden restore
ettirilmişti.[2]
6. yüzyıla gelindiğinde, İslâm dini ortaya çıkar
ve Bizans, Arapların sayısız saldırılarına maruz
kalır. Bu sırada Arapların saldırıları Türk
memleketlerine kadar ilerler ve İslâm oralarda
da yayılmaya başlar. Daha sonra Müslüman olan
Türkler, Pers, Arap ve doğu kökenli farklı
Müslüman halklar ile birlikte Bizans’a
saldırılar düzenlemeye başlarlar. O sıralarda,
Bizans içinde Orta Asya kökenli Türkler de
bulunur.
Bizans ordusunda paralı asker olarak görev alan
Türkler, Bizans’a karşı açılan savaşlarda,
Bizanslıların yanında yer alırlar. Bizans
imparatoru İraklios (Herakleios) döneminde
İranlılar (MS 611), Bizans’ın büyük
şehirlerinden Antakya’yı ve Şam’ı, daha sonra
(MS 614) Kudüs’ü ve son olarak MS 619 yılında da
Mısır’ı ele geçirmişlerdi. Ancak Bizans ordusu,
MS 627’de, daha önce kaybettiği yerleri tekrar
ele geçirmede, Türk kabilelerin yardımı
olmuştu.[3] Bu olaylara, Kur’andaki Rum
Suresi’nde de kısaca şöyle değinilir: “Rumlar,
yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar
yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip
geleceklerdir. Önce de, sonra da emir
Allah'ındır. O gün Allah'ın (Rumlara) zafer
vermesiyle müminler sevinecektir. Allah
dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir,
çok merhametlidir. Bu Allah'ın vadidir; Allah,
vadinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu
bilmezler.”[4]Sonuçta İslâm, Roma halkının en
zayıf toplum tabakalarında kabul görmeye başlar.
İlerleyen tarihlerde, Rumca, Türkçe, Persçe ve
Arapça konuşan Müslümanlardan oluşan bir devlet
kurulur. Bu devletin adı “Diyar-ı Rum”, yani
“Roma diyarı” gibidir. (1040 – 1246) Selçuklu
devleti, “Mülük-i Selçukiyye-i Rumiyye”,
“Selçuklu Roma Devleti” gibi isimlerle
anılmıştır. Bu devletin içinde adı, bir ölçüde
bu devleti oluşturan halkın kökeni hakkında
fikir vericidir. Zaten sadece Türklerden veya
başka bir kökene sahip bir halk tarafından
kurulmuş bir devlet olsa, adına Rum eklenmesinin
açıklanabilir bir tarafı olamazdı. Ayrıca,
Müslüman bir devlet olmasına rağmen, Selçuklu
sarayında şarabın bolca tüketilmesi, şarap
kültürüne sahip yerel halkın ne denli bu
devletin oluşumuna katkı sağladığını
göstermektedir.
Selçuklular 1243 yılında, Erzincan’a yakın
Kösedağ bölgesinde, en büyük düşmanları
Moğollarla girdikleri savaşta kaybettikten
sonra, ortada Selçuklu ordusu diye bir ordu
kalmaz. Selçuklu Roma devleti, Moğollar
tarafından harabeye çevrilir.
Bizans İmparatorluğunun merkezi olan
İstanbul'un, Haçlı ordusunca işgal edilerek
burada bir Latin devleti kurulması üzerine
imparator I. Andronikos Komnenos'un İstanbul'dan
kaçan torunları Alexios ve David tarafından
akrabaları olan Gürcü kraliçesi Tamara'nın da
yardımıyla 1204'de Komnenos Krallığı kurulmuş ve
bu krallığın başkenti de Trabzon olmuştur.
Bu tarihlerde, Bizans’a yönelik saldırılar devam
eder. Bizans, sürekli olarak irili ufaklı Türk
boylarının saldırılarına maruz kalır. Bizans
aynı zamanda, kendi içinde bulunan Türkleri de
Hıristiyanlaştırarak, bunları diğer Türklere
karşı da kullanmaya çalışır. Bu dönemde, epey
Türk boyu Hıristiyanlaşmıştır. Hıristiyan olan
Karamanlılar ile Gagauzlar buna örnek olarak
verilebilir. Karamanlılar Hıristiyan olmalarına
ve Helence okuma yazma öğrenmelerine karşın,
yazdıklarını kiril alfabesi kullanarak Türkçe
yazıyorlardı.
Bizans’ın toplam nüfusu otuz milyondu ve bu
nüfusun üçte biri kadarı Helence konuşmaktaydı.
Helence konuşan nüfusun en büyük bölümü de
Anadolu’da olmalıydı. Çünkü, diğer Bizans
hakimiyeti altında olan Arap ve Mısır
bölgelerini incelediğimizde, Helence
toponimlerin (yerleşim birimi adları),
Anadolu’daki kadar yoğun olmadıklarını
görüyoruz. Ayrıca bugün oralarda yaşayan halkın
dili içerisinde, Türkçe’deki kadar yoğun Helence
kelimelere rastlanmadığı da, bu açıdan dikkat
çekicidir.
Neticede, yüzyıllar boyunca kendine yönelik
saldırılarla mücadele eden Bizans, en sonunda
Osmanlıların İstanbul’u ele geçirmeleriyle,
hükümdarlık hayatı son bulur. Ancak Osmanlılar,
yine de aynı halkın başına buyruk ve aynı
sistemin başına yönetici olarak geçerler.
TRABZON İMPARATORLUĞU DÖNEMİ (MS 1204 – 1461)
Papa III. İnnocentius, Kudüs'ü kurtarmak
maksadıyla; tüm Avrupa'yı sefere davet eder.
Toplanan ordunun komutasında bulunan Romalıların
ticari çıkarları doğrultusunda, Haçlı Ordusu
Kudüse değil, Bizans İmparatorluğunun merkezi
İstanbul’a yönlendirilir ve 1200-1204 civarı
İstanbul işgal edilerek orada bir Latin
İmparatorluğu kurulur.
Haçlı ordusu İstanbul’a saldırdığı sırada,
İstanbul’da yaşayan ve Bizans askeri
aristokrasisi içinde yer alan Komnenos
ailesinden Aleksios A ve kardeşi David,
İstanbul’dan kaçarak, o zamanlar bir Gürcü
kraliçesi olan teyzeleri Tamara’ya sığınırlar.
Daha sonra teyzelerinin desteğiyle, 1204 yılında
ve hiç bir güçlükle karşılaşmadan Trabzon’u ele
geçirirler. Aleksios A hükümdarlığında ve
Trabzon merkez olmak üzere bir İmparatorluk
kurarlar. Doğu Karadeniz bölgesinde bulunan
şehirlerden sadece Amisos (Samsun), kurulmuş
olan bu imparatorluğu tanımaz, ve o zamanlar
merkezi İkonio’da (Konya) bulunan Selçuklu Roma
Devleti’yle işbirliği yapar. Selçuklulara
limanlarını açarak, onların ticaret yapmalarını
sağlar.
Bu arada, Latin kumandasındaki Haçlı ordusunun
İstanbul’u işgali sırasında İstanbul’u terk edip
İznik’e yerleşen eski Bizans hükümdarı Aleksios
Paleoloğos, 1261’de Latinlere karşı düzenlediği
saldırı sonucu, Bizans’ın merkezi olan İstanbul
şehrini geri alır. Ancak Trabzon İmparatorluğu,
bundan sonra da hayatını Bizans’tan bağımsız
olarak sürdürür.
Trabzon İmparatorlarının kroniği:
MS 1204 – 1222 Aleksios A
MS 1222 – 1235 Andronikos A
MS 1235 – 1238 Yoanis A
MS 1238 – 1263 Manuil A
MS 1263 – 1266 Andronikos B
MS 1266 – 1280 Georgios
MS 1280 – 1285 Yoanis B
MS 1285 – 1297 Theodora
MS 1297 – 1330 Aleksios B
MS 1330 – 1332 Andronikos C
MS 1332 – 1332 Manuil B
MS 1332 – 1340 Vasilios
MS 1340 – 1341 İrini Paleoloğina
MS 1341 – 1342 Anna Anaxutlu
MS 1342 – 1344 Yoanis C
MS 1344 – 1349 Mixail
MS 1349 – 1390 Aleksios C
MS 1390 – 1417 Manuil C
MS 1417 – 1429 Aleksios D
MS 1429 – 1458 Yoanis D
MS 1458 – 1461 David
Neticede, MS 1204 yılında kurulan Trabzon
İmparatorluğu, Fatih Sultan Mehmed’in MS 1453
yılında İstanbulu ele geçirmesiyle Bizans
İmparatorluğu, sekiz yıl sonra (MS 1461)
Trabzon’u ele geçirmesiyle, Trabzon
İmparatorluğu da son bulur.[5]
OSMANLI DÖNEMİ (MS 1299 – 1923)
Bu dönem, İslâmiyetin ilk yıllarından itibaren
yavaş yavaş Müslümanlaşmaya başlamış Anadolu
toplumunun, savaşçı Türk kabileleriyle birlikte
Bizans’ın hakimiyetine son verip, yine önemli
oranda Bizans kökenli Hıristiyan nüfusun
Müslümanlaşarak ve Müslümanlaştırılarak, İslâm
dini temelinde bir arada yüzyıllar boyu yaşamış
farklı toplulukların dönemidir.
Osmanlı imparatorluğu, herhangi bir etnisiteye
mensup bir imparatorluk değildi. Halkı, büyük
oranda Roma ve Bizans’ın bir devamıydı. Roma’dan
tek farkı; Müslüman oluşuyla, Türkçe, Persçe,
Arapça, Rumca, vb. dillerin karışımından ortaya
çıkan Osmanlıca’yı hakim dil olarak
kullanmasıydı. Yönetim sistemi ise, sanıldığı
gibi İslâmi değil, büyük oranda Roma ve
Bizans’ın bir kopyasıydı. * Örneğin; Roma
döneminde halkı soyup soğana çeviren
Dimosionas’lar, Osmanlı’da Derebeyi adını alır
ve eski usül aynen devam eder. Yine bu sistemin
sonucu halk fakirleşir ve derebeyleri ile
Osmanlı yönetimi arasında sorunlar çıkar. Birçok
yerde Osmanlı yönetimi hakim olamaz ve halk
birçok yerde derebeyilerin insafına terk
edilir.[6]
Osmanlılar’ın Trabzon’u ele geçirmeleri (26 Ekim
1461)
Fatih Sultan Mehmet, 1453 yılında İstanbul'u ele
geçirip Bizans’a son verdikten sekiz yıl
içerisinde gerekli hazırlıkları yaparak, 1461’de
Trabzon'u kuşatır. Bizzat kendisinin yönettiği
ordu tarafından kuşatılan Trabzon
İmparatorluğu’nun başkenti Trabzon, kuşatmaya
uzun süre dayanamayarak teslim olmak zorunda
kalır.
Trabzon’a giriş aşaması konusunda farklı
anlatımlar söz konusudur. Laonikos Xalkokondilis,
İmrozlu Kritovulos, Alman tarihçi Jac.
Fallmerayer, Odiseas Lamsidis, gibi ünlü
yazarlardan alıntı yaparak yazan son dönem
yazarlar, Fatih ve ordusunun Trabzon’a giriş
hikâyesini şöyle aktarmaktadırlar: Osmanlı
ordusu ile 32 gün boyunca Trabzon dışında
mücadele veren İmparator David’in ordusu,
sonuçta başarısız kalır. Osmanlılar’ın şehri
kuşattığını ve kurtuluşunun olmadığını anlayan
son İmparator David, şehir halkına zarar
verilmemesi ve servetine dokunulmaması şartıyla,
şehri teslim etmeye razı olabileceği düşüncesini
Fatih’e ulaştırır. Bu çerçeve’de Fatih ile bir
anlaşmaya gidilir. Böylece; 15 Ağustos 1461’de
Fatih ile yeniçerileri Trabzona girdiler. Fatih
ile yeniçerileri şehre giriş yaparken, öte
yandan İmparator David, daha önce Fatih ile
anlaştıkları gibi; çocuklarını, bazı yakınlarını
ve hazinesinin bir bölümünü yanına alarak, deniz
yoluyla Makedonya’ya doğru yola çıktı. Ancak
anlaşmada bulunanların bütününe uyulmadı. Fatih
Trabzon’a girer girmez, katliam ve talan
başladı. Halkın bir bölümü hemen Müslüman olarak
Fatih’in emrine girdi. Bir kısmı ise şehrin
dışına kaçtı. Şehrin bir bölümüne Azaplar (Gayri
nizamı askerler) yerleştirildi. Yüzlerce çocuk
yakalanıp toplandı. Bu çocukların sadece 800
civarı yeniçeri olmak için ayrıldı. En güzelleri
de haremlerde kullanılmak üzere ayrıldı. [7]
Farklı bir kaynakta, yukrıdaki hikâyenin benzeri
anlatılmakla birlikte, farklı olarak; Fatih
şehri üçe bölerek, bir bölümünü Bizans’a
(İstanbul) yolladı. Diğer bir kısmı, 800 kadar
genç erkek ve kızlardan oluşmaktaydı. Bunlardan
bazılarını kendisine ayırdı. Bazılarını etrafına
hediye etti. David’in kızı Anna’yı yanına aldı.
Ayrıca David’in kızı dışında, Duvera’lı Maria’yı
da yanına aldı ve daha sonra onu oğlu Bayezi (B)
ile evlendirdi. Daha sonra Maria, Gülbahar hatun
ismini aldı. Gülbahar, Sultan Selim’in
annesiydi. 1518’de öldü ve Hatuniyye Camisi
yanında bulunan mozole’de defnedildi. Geriye
kalan diğer Hıristiyan bölüme de vergi
yükleyerek gelir elde edece tebaayı
oluşturdu.[8]
Bir diğer kaynağa göre; İmparator David, kendisi
ve kadınları için can güvenliği istedi. Kaleyi
ve kalenin çevresindeki bölgeyi teslim etti.
Sultan’ın üzengilerini öpme şerefi verildi
kendisine. Sultan’ın şefkat ve iyiliği yüzünden,
kendisine duruma uygun hediyeler verildi. Ailesi
ve ev halkı, taşınabilir mallarıyla “güvenliğin
cennet mekânı” İstanbul’a gönderildi. Kale ve
devletin diğer bölümleri fethedildi. Buralara
bir vali, yargıçlar, kale komutanı ve muhafızlar
atandı. Kafirlerin kalesinin genç erkek ve
kızları, şimdi Sultan’ın olmuşlardı. Onların
taşınmaz mallarını ve diğer eşyalarını
kendilerine bıraktı. Bunlar kendi yerlerinde
kaldı. Bunlara cizye ve diğer vergi boyunduruğu
yüklendi. Bundan sonra tutsaklardan bir bölümü
ve mallar, deniz araçlarına yüklenerek
İstanbul’a gönderildi. Bu açıklama, Heath W.
Lowry’ nin Trabzon seferinin Divan Katibi Tursun
bey, bir başka ismiyle Tur’i Sina’dan yaptığı
alıntıdır.[9]
Yukarıda kalın harflerle verdiğimiz, Fatih’in
Trabzon seferinin Divan Katibi olduğu bilinen
Tur’i Sina’ya ait olan cümle, Fatih ve
ordusunun, fethettikleri yerlerde ele
geçirdikleri genç erkek ve kızlara yönelik
ilgilerini açıklar niteliktedir.
Yukarıdaki bütün yazılanları bir bir ve gayet
analitik bir şekilde ele alan Heath W. Lowry,
“Trabzon Şehrinin İslâmlaşması ve Türkleşmesi
1461 – 1583” adlı eşsiz eserinde, Fetih sonrası
nüfusun büyük bir kısmının yerinde kaldığını, bu
nüfusun daha sonra nasıl Müslümanlaştırlıdığını,
Osmanlı kaynaklarına dayanarak ortaya
çıkarmıştır.
Birde, Osmanlının Trabzon şehrine yerleştirdiği
tespit edilen ve “Azaplar” olarak bilinen
kişilerin gayri nizamı askerler, yani terörist
yapıda insanlardan oluşması da ayrıca dikkat
çeken bir konu olarak görülmesi gerekmektedir.
Osmanlının bu kişileri tam olarak neden şehre
yerleştirdiğini bilemiyoruz. Ancak ilk
değerlendirmede, bu kişilerin, halkı sindirmek
ve korkutmak amacıyla bölgeye yerleştirildiği
akla gelmektedir.
Neticede, Trabzon'u da ele geçirerek, bu şehri
de Osmanlı İmparatorluğuna katan Fatih, birkaç
gün şehirde kaldıktan sonra, Kalipoli (Gelibolu)
Sancak Beyi Kazım Bey'i (Bazılarına göre Kasım)
Trabzon valiliğine atayarak kentten ayrıldı.
İslâmlaştırma faaliyetleri
Aslında Osmanlı, her ne kadar İslamlaşmayı bir
devlet politikası haline getirmemiş olsa da,
derebeyi ve diğer yöneticilerin bu konudaki
gayretlerine ve bazı insafsız yaptırımlarına
mani de olmuyordu. Bu durum, bugün Türkiye’nin
bazı durumlarda, resmi politikasında bulunmadığı
halde, bazı İslâmi oluşumlara veya Türk
ırkçılığı yapan bazı gruplara karşı sessiz
davrandığı gibi algılanabilir. Genelde
Hıristiyan toplumun Müslümanlaşması, bazı
kimselerin veya yönetici kesiminin zorlamasıyla
gerçekleştiği gibi, mevcut kötü şartlardan, iç
karışıklıklardan ve vergi politikalarından
dolayı da kaynaklanıyordu. Yani Müslümanlaşma,
tek bir nedene bağlı değildi.
Din değiştirme nedenlerinden en hafifi,
Hıristiyan halka yapılan psikolojik işkencedir.
Buna örnek; her Hıristiyanın, her yerde ikinci
sınıf muamelesi görmesidir.
Hıristiyanlar, özel hukuk (Müslüman kadınla
evlenememe), usül hukuku (Müslümanlara karşı
şahitliklerinin kabul edilmeyişi) ve ceza hukuku
(Hıristiyanı öldüren Müslümana ölüm cezası
verilmeyişi) açılarından olduğu kadar, sosyal
kurallar açısından da Müslümanlardan daha aşağı
statülere sahiptirler. Örneğin; Müslümanların
giydiği elbselerden giyemezler, aynı kumaşları
kullanamazlardı. Ermeniler’in şapka ve
ayakkabıları kırmızı, Rumlar’ın siyah,
Yahudilerin mavi olmak zorundaydı. Müslümanlar
kadar yüksek ev inşa edemezlerdi. Evlerinin
Müslüman mahallelerine bakan taraflarına pencere
yapmaları yasaktı. Dini ayinlerini, Müslümanları
rahatsız etmeden yapmak zorundaydılar; yani, çan
çalamazlardı. Yeni kilise inşa etmeleri yasaktı;
eskilerin tamiri için, Padişah’tan özel izin
almaları gerekirdi. Bu kuralların yanı sıra,
silâh taşımaları ve ata binmeleri de
yasaklanmıştı.[10]
Yukarıdaki yasaklara ek olarak bir başka örnek;
Müslümanlığın aleyhinde konuşmak yasaktı.
Sokakta ve Müslümanların görebileceği yerlerde
istavroz (haç işaretinin, iki omuz, karın ve
alın arasında el ile çizilmesiyle yapılan dua)
çıkaramazlardı. Düğün, seyran, gece, eğlence,
vb. gibi organizasyonlarda Müslümanları rahatsız
edecek gürültü yaratmaları yasaktı.
Cenazelerinde dahi fazla gürültü yapamazlardı.
Müslümanların dini bayram ve şenliklerine de
katılmaları yasaklanmıştı.[11]
İslamlaşmada önemli rolü olan nedenlerden birisi
de, ağır vergi koşulları altında ezilen
insanların ekonomik çaresizlik içine
sürüklenmeleriydi. Osmanlı vergi sistemi
içerisinde o kadar çok vergi türleri vardı ki,
burada saymakla bitmez. Kafa karışıklığına maruz
kalmamak için burada sadece bir kaçı üzerinde
duralım:
Cizye vergisi: Müslümanların fethettikleri
yerlerde, Müslüman olmayanlardan alınan ve
devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı
olan vergi. Bir nevi kelle vergisiydi denebilir.
Avarız vergisi: olağanüstü durumlarda, divanın
kararı ve Padişah’ın emri ile toplanan vergi
türüydü.
Harac vergisi: Hıristiyanlardan alınan bir
vergiydi ve Harac-i Mukassem ve Haracı Muvazzaf
olarak ikiye eyrılıyordu. Harac-i Mukassam, elde
edilen üründen, Harac-i Muvazzaf ise, toprak
üzerinden alınıyordu.
İspenc veya İspençe vergisi: Hıristiyan
köylülerden alınan çift vergisiydi.
Aslına bu gibi vergi türleri her ne kadar
Osmanlı tarafından kullanılıyorduysa da, Osmanlı
bu vergi sistemini, büyük oranda Bizans’tan
devralmıştı.[12]
Ancak Osmanlı’da sadece gayrimüslimlere
uygulanan ağır vergilerle, henüz savaşın
yaralarını atlatamayan halk üzerinde bu
vergilerin işkence niteliği taşıdığı bir
gerçekti.
Özellikle İslâm’a toplu geçişlerin en etkili
nedeni; Timar sahipleri, Ayanlar, Derebeyleri,
vb. gibi yönetici kesiminin, vergisini
toplamakla mükellef oldukları yerleşim
birimlerinde, halka karşı olumsuz ve bazen de
insafsız davranışlarıydı.
Söz konusu yerel yöneticiler, zaman zaman
Osmanlı yönetim sisteminin kontrolünden de
çıkıyor, kafalarına göre davranıyorlardı.
Aralarında sataşmalar, hatta savaş boyutunda
çarpışmalar dahi yaşıyorlardı. Yer yer
Osmanlı’ya karşı da isyan eden bu obur takımının
halkı bıktırdığı ve devleti zayıflattığı bir
dönemde, Osmanlı bunlarla oturup bir anlaşma (29
Eylül 1808) yapma ihtiyacı duymuştur. Bu
anlaşmanın adı “Sened-i İttifak” tır. Toplam
yedi maddeden oluşan bu anlaşmaya göre ayanlar,
padişah’ın emirlerini dinleyeceklerine dair söz
veriyorlardı. Ayrıca, ayanların idareleri
altında bulunan bölgelerde, fakirlerin
vergilendirilmesinde adaletli davranılacağına ve
şeriata aykırı şekilde zulüm eden olursa, o
ayanın hep birlikte dışlanacağına ilişkin
anlaşıyorlardı.
Bu ittifaktan bile, halkın ne derecede bu
oburların insafına terk edilmiş olduğu
anlaşılmaktadır. Bu nedenle de, halk sürekli
olarak ya bir yerlere kaçıp sığınıyor, ya da
Müslüman olup bir nebze bunların baskısından
kurtulmaya çalışıyordu. Sürekli ve adaletsiz
vergi vermekten bıkıp, bilinçli olarak fakirliği
tercih edenlerin sayısı az değildi. Kırsal
alanlarda ve ekilebilir düz arazisi bulunmayan
ormanlık bölgelerde yerleşim birimi
oluşturanlar, hep bu oburların halkı soyup
soğana çevirmesi yüzünden bu yolu seçmek zorunda
kalmıştı. Malı yoksa verecek vergisi de yoktu ve
başı rahattı. Müslüman da olmuşsa, hepten mesele
kalmamıştı.
İşte bu nedenle, özellikle 16. yüzyılda, Trabzon
civarında yoğun bir Müslümanlaşmanın yaşandığı,
osmanlı kayıtlarından da belli olmaktadır.[13]
ÇAYKARA TARİHÇESİ
Çaykara civarında nüfus hareketi ve dinsel
değişim
Osmanlı Tahrir Defterleri kayıtlarından
anlaşıldığına göre; 1486’da yukarıda bahsi geçen
ve Çaykara İlçesi dahilinde bulunan köylerden
Ğorğoras, Holayisa, Paçan ve Zeno’da, 243 hanede
yaklaşık nüfus 1277 iken, sadece Holayisa
köyünde Ahmed adında bir Müslüman ile üç
Müslüman hane bulunmaktaydı. Müslüman haneler
de, görevli memurlardan oluşmaktaydı. 1583’te bu
sayı; hane olarak 628, nüfus olarak 3198, köy
olarak 12 köy şeklinde değişime uğramıştır. Yani
97 yılda nüfus üçe katlanmış ve bu yoğun
hareketlilik daha sonraları hızla devam etmiş,
sonucunda daha bir çok yeni köy kurulmuştur.
1486 – 1555
– 1554 – 1583 yılları içerisinde nüfus
hareketliliği
Yıl 1486
|
Köyler
|
Hıristiyan hane
|
Müslüman
hane
|
Mücerred, dul, yamak, vb. birlikte
toplam nüfus
|
|
Ğorğoras
|
48
|
0
|
249
|
|
Holayisa
|
45
|
1
|
247
|
|
Paçan
|
62
|
0
|
335
|
|
Zeno
|
79
|
0
|
446
|
|
Toplam
|
234
|
1
|
1277
|
Yukarıdaki
tabloda görüldüğü üzere, 1486 yılında
Çaykara civarında sadece dört köy bulunmakta
ve toplam 234 hanede dört Müslüman hane
yaşamaktaydı.
Yıl 1515
|
Köyler
|
Hıristiyan hane
|
Müslüman
hane
|
Mücerred, dul, yamak, vb. birlikte
toplam nüfus
|
|
Ğorğoras
|
31
|
4
|
247
|
|
Holayisa
|
45
|
3
|
246
|
|
Paçan
|
35
|
16
|
307
|
|
Zeno
|
45
|
12
|
351
|
|
Toplam
|
156
|
35
|
1151
|
Yukarıda bulunan ve
1515 yılına ait tablo, 1486 yılının
tablosuyla karşılaştırıldığında, tabloda adı
geçen köylerde İslâmlaşma ile ilgili
karışıklıkların yaşanmış olduğu
anlaşılmaktadır. Daha önce sadece Holayisa
köyünde sadece 1 Müslüman hane bulunurken,
bu tarihte Ğorğoras’ta 4, Holayisa’da 3,
Paçan’da 16 ve Zeno’da 12 Müslüman hane
ortaya çıkmıştır. Muhtemelen çıkan
karışıklık veya zorlamalar nedeniyle, bu
köylerden zoraki ayrılışların yaşanmış
olduğu da anlaşılmaktadır. 1486 yılından
1515 yılına kadar geçen 29 yılda artış
göstermesi gereken Ğorğoras, 48 haneden 35
haneye düşmüştür. 45 hanelik Holayısa, 29
yılda ancak 3 hanelik bir artış
gösterebilmiştir. Bu arada en belirgin
değişiklik, Paçan ile Zeno köylerinde
yaşanmış, daha önce 62 hane olan Paçan 51
haneye ve 79 hane olan Zeno’da 57 haneye
düşmüştür. Yani, Ğorğoras’tan 13, Paçan’dan
11 ve Zeno’dan 22 hane olmak üzere toplam 47
hane köylerini terk etmek zorunda
bırakılmıştır. Burada sorulması gereken; her
köyden bu kadar aile köyü terk ederken,
diğer ailelerin tepkisinin ne olduğudur.
Herhalde evlerini barklarını, tırnaklarıyla
kazıyıp açtıkları tarlalarını, kısaca yegâne
servetlerini terketmek zorunda kalanlar,
bunu öyle kolay kolay yapmamışlardır. Burada
bir çatışmanın ortaya çıktığı kesin
gözükmektedir. Ayrıca, yukarıda verilen
tabloların elde edildiği kaynaklarda geçen
“Müsellemi cedid = Yeni müslüman olmuş”
tarifi de, bu yörede İslâmlaştırmanın
yaşanmış olduğunun bir kanıtıdır.
Yıl 1553
|
Köyler
|
Hıristiyan hane
|
Müslüman
hane
|
Mücerred, dul, yamak, vb. birlikte
toplam nüfus
|
|
Ğorğoras
|
60
|
0
|
378
|
|
Holayisa
|
70
|
0
|
388
|
|
Paçan
|
37
|
14
|
327
|
|
Zeno
|
50
|
7
|
370
|
|
Yente
|
9
|
0
|
51
|
|
Haldizen
|
3
|
1
|
22
|
|
İpsil
|
6
|
0
|
32
|
|
Aso
|
8
|
0
|
41
|
|
A.
Okene
|
5
|
0
|
25
|
|
Y.
Okene
|
19
|
0
|
95
|
|
Toplam
|
267
|
21
|
1729
|
Yukarıda mevcut olan tablolardan 1515 yılına
ait tablo, 1553 yılına ait tablo ile
karşılaştırıldığında, aradan geçen 38 yılda
hayli yoğun değişikliklerin yaşanmış olduğu
göze çarpmaktadır. En önemli değişiklik,
altı yeni köyün ortaya çıkışıyla, daha önce
35 hane olan Ğorğoras’ın 60 haneye, 48 hane
olan Holayisa’nın 70 haneye yükselişidir.
Ortaya çıkan değişiklikleri detaylandıracak
olursak; 1515 yılında mevcut olan 191 haneye
97 hane daha eklenerek, 1553 yılında 288
haneye çıkmış olduğunu görüyoruz. Toplam
nüfus olarak değerlendirdiğimizde ise;
1515’te toplam nüfus olan 1151 kişiye 578
kişi daha eklenerek, 1553’te toplam 1729
kişiye ulaşmış olduğunu anlıyoruz.
Dikkatlerden kaçmayan başka bir detay, daha
önce Ğorğoras’ta bulunan 4 Müslüman hane
ile, Holayisa’da bulunan 3 Müslüman hanenin
bu köyleri terk etmiş olduğu veya muhtemelen
bu kişilerin eski dinlerine dönmüş
olduklarıdır. Daha önce 57 hanesinden 12
hanesi Müslüman olan Zeno, toplam hane
sayısını korumuş olmasına karşın, Müslüman
hane sayısında 5 hane azalma göstererek 7
Müslüman haneye inmiştir. Burada da, daha
önce ortaya çıkan Müslümanların, daha sonra
tekrar eski dinlerine dönmüş olabilecekleri
ihtimali söz konusudur. Çünkü, Müslüman
hanelerin köylerini terk etmiş
olabileceklerini düşündüğümüzde, bu durumu
doğuran nedenlerin, diğer Müslüman haneleri
de etkilemiş olması gerekirdi.
Yıl 1583
(Hasan Umur’a göre)
|
Köyler
|
Hıristiyan hane
|
Müslüman
hane
|
Mücerred, dul, yamak, vb. birlikte
toplam nüfus
|
|
Ğorğoras
|
83
|
9
|
460
|
|
Holayisa
|
93
|
5
|
490
|
|
Paçan
|
13
|
2
|
75
|
|
Zeno
|
59
|
12
|
355
|
|
Yente
|
55
|
17
|
360
|
|
Haldizen
|
11
|
5
|
80
|
|
İpsil
|
14
|
4
|
90
|
|
Aso
|
28
|
|
140
|
|
Okene
|
50
|
4
|
270
|
|
Sero (Siros)
|
92
|
7
|
595
|
|
Alithinos
|
7
|
|
35
|
|
Mavreyas
|
6
|
|
30
|
|
Toplam
|
511
|
65
|
2980
|
Yukarıda bulunan 1583 yılına ait tabloyu,
bir önceki tablo ile karşılaştırdığımızda,
1553’ten 1583’e kadar geçen 30 yıllık bir
zamanda, aşağıdan kırsala doğru çok daha
yoğun bir göçün yaşandığını ve 3 yeni köyün
daha Çaykara köylerine eklendiğini
görüyoruz.
Şimdi bu son tabloda bulunan köyleri teker
teker inceleyelim:
Ğorğoras
Bu köy daha önce 60 hane iken, aradan geçen
otuz yılda 32 hane artış göstererek, toplam
92 haneye yükselmiştir. 1553 yılına ait
tabloda hiç Müslüman hanesi bulunmayan bu
köyde, bu son tabloda 9 Müslüman hane ortaya
çıkmış olduğu görülüyor. Altmış hanenin bu
kadar kısa sürede 32 hane artış
gösteremeyeceği dikkate alındığında, buraya
dışarıdan bir göçün yaşandığı ortaya
çıkmaktadır. Ancak Hasan Umur’un verdiği
kayıtlara göre; Ğorğoras’ta 1553 tarihinde
İskender adında bir Müslüman hane
bulunmaktaydı.
Holayisa
Bu köy de 30 yıl önce 70 hane iken, 28 hane
artış göstererek 98 haneye yükselmiştir.
Köyün nüfusuna yeni eklenen hanelerin
arasında da, 5 Müslüman hanenin bulunduğu
gözüküyor. Hasan Umur’un bu köye ait verdiği
kayıtlarda ise, bu köyde 1553’te 73 hanede
İskender, Ramazan ve Murad adından 3
Müslüman hane bulunmaktaydı. Otuz yıllık
süreçte, köyün 70 hanelik nüfusunun kendi
içerisinde 28 hane daha artamayacağı
düşünüldüğünde, bu köye de dışarıdan epey
Hıristiyan ve az miktarda Müslüman ailelerin
gelip yerleştiği görülmektedir.
Paçan
Paçan köyü ise, ta baştan beri, “en yoğun
hareketliliğin yaşandığı köy” özelliğini
burada da sürdürmüş gözüküyor. Daha önce 37
Hıristiyan ve 14 Müslüman hane olmak üzere
toplam 51 hanesi bulunan Paçan, bu tabloya
göre hayli değişiklik yaşamış, 37 Hıristiyan
hane sayısı 24 hane azalarak 13 haneye, 14
hanelik Müslüman hane sayısı da 12 hane
azalarak 2 haneye düşmüş olduğu oldukça
dikkat çekicidir. Paçan köyünde ortaya çıkan
bu ilginç değişim, Çaykara civarında
yaşanmış olan hareketliliğin merkezi
durumunda bir köy olduğu şüphesini
doğurmaktadır. Bu doğrultuda, bugün mevcut
olan “Müslümanlığın Paçan’dan yayıldığı”
inancı, burada daha da bir önem
kazanmaktadır. Ancak yine de, bu köyün tam
karşısında ve 92 Hıristiyan hane ve 7
Müslüman hane olmak üzere, toplam 99 hanelik
yoğun bir nüfusla ortaya çıkan Sero köyü
dikkate alındığında, daha önce Paçan’da
bulunan Hıristiyan ve Müslüman nüfustan
azalan sayının, bu köye veya civardaki diğer
köylere kaymış olabileceği de düşünülebilir.
Zeno
Zeno açısından bu son tabloyu ele
aldığımızda ise, bu köy, normalin çok
üzerinde bir değişikliği yaşamadığı
gözükmektedir. Daha önce 50 Hıristiyan ve 7
Müslüman hane olmak üzere toplam 57 hanesi
bulunan bu köy, aradan geçen 30 yıl
içerisinde, Hıristiyan hanelerini 9 hane,
Müslüman hanelerini de 5 hane olmak üzere
toplam 14 hane artırmıştır. Ancak,
Hıristiyan hane sayısının artışı normal
iken, Müslüman olan 7 hanenin 30 yıl gibi
kısa bir zaman içinde 5 hanelik artışı
anormal gibi gözükektedir. Burada belki, bu
Müslüman hanelerin bir iki hanesinin
dışarıdan gelmiş olabileceği de
düşünülebilir. Bu köyde de Hasan Umur’un
kayıtlarına göre değişiklikler var. Burada
1553 yılında 50 hanede yine İskender adında
bir Müslüman hane bulunmaktaydı.
Yente
Son tablonun en büyük deşiğikliği, Yente
köyü ile karşımıza çıkmaktadır. Daha önce
sadece 9 Hıristiyan hanesi bulunan Yente,
son tabloda 55 Hıristiyan ve 17 Müslüman
olmak üzere toplam 72 hane ile en yoğun göçü
kabul etmiş köy olarak ortaya çıkmaktadır.
Otuz yıl gibi kısa bir zaman içerisinde,
Hıristiyan nüfus ile birlikte Müslümanların
da kaçıp bu dağ köyüne yerleşmiş olmaları,
bu iki grubun daha önce bir arada yaşadığı
ve aynı baskılara maruz kaldığı kanısını
geliştirmektedir. Hatta, her iki dinsel
grubun da aynı etnik kökenden gelmiş
olabilecekleri de ihtimal dahilindedir.
Haldizen
Bu köyde daha önce 3 Hıristiyan hane ile 1
Müslüman hane mevcut iken, bu sayıya 8
Hıristiyan ve 4 Müslüman hane daha eklenmiş
ve bu köy, toplam olarak 16 haneye
yükselmiştir. Yukarıda bulunan ve Hanefi
Bostan’ın verdiği kayıtlara ait tabloya
bakıldığında, burasının da dışarıdan göç
aldığı anlaşılmaktadır. Ancak yine Hasan
Umur’un verdiği kayıtlara göre, ortada
önemli bir fark bulunmaktadır. Hasan Umur’un
verdiği tabloya göre, bu köyün 1553 yılında
11 hane olduğu ve aralarında Hamza adında 1
Müslüman ailenin bulunduğu belirtilmektedir.
İpsil
Bu köyde 1553 yılında 6 Hıristiyan hane
bulunurken, mevcut nüfusa 1583’te 8
Hıristiyan hane ile 4 Müslüman hane
eklenerek, toplam hane sayısını 18 haneye
yükseltmiştir. Aradan geçen otuz yılda 6
hanenin 12 hane daha artamayacağı dikkate
alındığında, bu köye de dışarıdan bir
nüfusun gelip yerleştiği anlaşılmaktadır.
Nüfusun azlığı ile burada yaşayanların
aralarındaki komşuluk ilişkileri dikkate
alındığında, her iki dinsel grubun akrabalık
bağlarının bulunduğu veya aynı etnik
kökenden olabilecekleri ihtimalini
güçlendirmektedir.
Aso
Bu köy daha önceki kayıtlarda 8 hane iken,
son tabloya göre 20 hane artarak 28 haneye
çıkmıştır. Hasan Umur’un kayıtlarında
bulunmadığından, 1583 tarihinde ne kadarının
Hıristiyan ve ne kadarının Müslüman olduğu
tespit edilememiştir.
Okene (Oçena)
Son tablonun durumuna göre, normalin dışında
yoğun göç kabul eden köylerden birisi de
Okene olduğu gözükmektedir. Hanefi Bostan’ın
verdiği kayıtlarda bulunan tabloya göre,
Okene köyünün daha önce 24 Hıristiyan hanesi
bulunurken, son tablo da Hıristiyan haneleri
26 hane daha artarak 50 Hıristiyan haneye
yükselmiş, daha önce Müslüman hanesi yok
iken, bu defa 4 hane de Müslüman eklenerek,
toplam 54 haneye yükselmiştir. Yine son
tabloya göre, Aşağı Okene ile Yukarı Okene
tek köy olarak kayda geçmiş olduğu göze
çarpmaktadır. Ancak Hasan Umur’un verdiği
kayıtlara göre Okene, 1553’te tek köy olarak
kaydedilmiş ve başta 4 hane Hıristiyan ve 1
hane de Müslüman olmak üzere, toplam 5 hane
olarak verilmiştir. Hasan Umur’un
kayıtlarında verilen Müslüman hane reisinin
adının yine Hamza olması da, oldukça dikkat
çekici bir nokta olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Sero (Siros)
Bu köy son tabloda ortaya çıkmasına karşın,
92 Hıristiyan ve 7 Müslüman hanesiyle toplam
99 hanelik nüfusunun bulunuşu, 1553 öncesi
sahil kesimlerinde ortaya çıkan
karışıklıkların boyutunu hesaplamak
açısından, oldukça dikkate değer bir
durumdur.
Alithinos
Bu köy de ilk defa bu tarihte kayda geçmiş
olup, yukarıdaki tablodan da anlaşıldığı
üzere sadece 7 haneden oluşmaktadır.
Mavreyas
Mavreyas bugün itibarıyla yayla olmasına
karşın, ilk olarak bir yerleşim birimi
olarak kaydedilmiş ve nüfusu da 6 hane
olarak kayıtlara geçmiştir. Ancak buradaki
nüfus, daha sonra muhtemelen Alithinos’a
inmiş olup bu köyle birleşmiştir. Mavreyas
bugün Alithinos’un bir yaylası durumundadır.
Buraya kadar 1486 ile 1583 yılları
arasındaki kayıtları inceledik. Buna göre
ortaya çıkan sonuç; başta Hıristiyan
oldukları anlaşılan ve son olarak 1583’ te
yaklaşık %88’i Hıristiyan olan Çaykaranın
eski ve yeni köyleri, 1583’ten sonra tamamen
Müslümanlaştırılmıştır. Civarda yaşanan
İslâmlaştırma sürecinin ne kadar bir zamanda
tamamlandığı ise, tam olarak tespit
edilememiştir. Çünkü, Çaykara civarı ile
ilgili nüfus bilgileri içeren 1583 tarihli
Tapu Tahrir Defterlerinden sonra, ilgili
olabilecek başka kayıtlar henüz bulunamamış,
varsa da piyasaya çıkarılmamış veya
çıkarılmışsa da, bizim elimize geçmemiştir.
Ancak 1654 tarihli Cizye-i Gebran Defterinde
yer alan kayıtlara göre; Çaykara civarında
sadece Holayisa’nın bir mahallesi gibi
gözüken Kadohor mahallesinde, sadece 3
haneden cizye vergisi alınmaktaydı.
Dolayısıyla bu yıllarda buralarda Hıristiyan
nüfusun kalmamış olduğu anlaşılmaktadır.
Kısaca; 1583 ile 1654 yılları arasında bir
zamanda, bölge tamamen
Müslümanlaştırılmıştır.
Zaten yöre ile ilgili Osmanlı kayıtlarında,
“Müsellemi Cedid = Yeni Müslüman olmuş”
tarifinin bulunması ise, civarda bir
Müslümanlaşma veya Müslümanlaştırmanın
yaşandığını yeterince ortaya çıkarmaktadır.
Şimdi biraz beyin jimnastiği yapıp, bir iki
noktayı ve birkaç soruyu birlikte
inceleyelim:
1583 ile 1654 yılları arasındaki zaman farkı
71 yıldır. Bu zaman aralığında, farklı etnik
kökenden bir toplumun, kırsal kesimde
bulunan bir köye baskın yaparak
yerleşmesiyle, oradan çıkmak zorunda kalacak
olan diğer etnik kökenden bir toplumun,
kültürel olarak bir birlerini ne kadar
etkileyebilecekleri iyi hesaplanmalıdır.
Aradaki gerçek etkileşim tarihi bu kadar da
değildir. Çünkü 1654 yılına ait kayıtlarda
gözüken, bu yılda burada Hıristiyan’ın
kalmadığıdır sadece. Giriş ve çıkışı bir
yelpaze gibi düşündüğümüzde, iki farklı
toplumun birbirlerini etkileyebilecek
yoğunlukta, bir arada yaşamış oldukları
süreç, en çok bir iki onyıl olarak
hesaplanabilir. Bu arada, baskın olan
tarafın, köyü terk etmeye zorladığı
taraftan, mahalle ve mevki toponimlerini
(yer adları), bitki, ağaç, hayvan ve
böceklere değin her şeyi öğrenerek, kendi
ana dilini unutup asimile olması
düşünülemez.
Yoksa Türk çocukları kiliselerdeki
Papazlardan mı ders alıyordu?
Çocuklar Rum okullarında Helence mi
öğreniyordu?
1583 yılında, 15-20 yaşlarında olan bir Türk
gençliğinin, Rum okularında eğitim görse
dahi, tamamen ana dilini unutması mümkün
değildir. Bu durumda, 1654’e gelindiğinde,
henüz ana dili Türkçe olan bir toplumun,
neden gelecek nesline köyünden kovaladığı
bir toplumun dilini öğretmiş olsun ki?
Ya bitkiler, ağaçlar, fideler, böcekler,
çocuk dili, vb. nasıl öğrenildi?
Her şey kırk elli yılda silinmiş gitmiş,
öyle mi?
Aslında her tür iddianın karşılığı ve birçok
sorunun yanıtı, yukarıda verdiğimiz ve
Osmanlı Tahrir Defterine ait kayıtlardan
elde edilmiştir. Ayrıca ileride
değineceğimiz yörenin kültürel yapısı, her
şeyi daha çok su yüzüne çıkaracaktır.
Müslümanlaşma ile ilgili en son üzerinde
durduğumuz 1654 tarihli Cizye-i Gebran
Defterinden sonra, 1681 yılına ait bir başka
enteresan kayıtla karşılaşıyoruz. Bu kayıt,
“Avarız hane Defteri” dir. Bu kayda ait
tablo incelendiğinde, bir önceki tabloda
karşımıza çıkan nüfusun hayli azaldığı
anlaşılmaktadır.
Yıl 1681
|
Köyler
|
Hıristiyan hane
|
Müslüman
hane
|
Mücerred
Nüfus
|
Toplam nüfus
|
|
Ğorğoras
|
0
|
22
|
|
110
|
|
Holayisa
|
0
|
38
|
|
190
|
|
Paçan
|
0
|
84
|
|
420
|
|
Zeno
|
0
|
34
|
|
170
|
|
Yente
|
0
|
20
|
|
100
|
|
Haldizen - İpsil
|
0
|
12
|
|
60
|
|
Okene
|
0
|
28
|
|
140
|
|
Sero (Siros)
|
0
|
60
|
|
300
|
|
Kadohor
|
0
|
24
|
|
120
|
|
Hopşera
|
0
|
|
40
|
200
|
|
Sarahos
|
0
|
12
|
|
60
|
|
Fotinos
|
0
|
36
|
|
180
|
|
Zeleka
|
0
|
10
|
|
50
|
|
Toplam
|
0
|
380
|
40
|
2100
|
Yukarıdaki tabloya göre köylerin durumunu
teker teker inceleyelim:
Ğorğoras
Bu köy 1583 tarihinde 92 hane iken,
Müslümanlaştırmadan sonra 22 haneye düşmüş
gözükmektedir. Yani, 70 hane azalmıştır.
Holayisa
Bu köy 1583 tarihinde 98 hane iken, 60 hane
azalarak 38 haneye düşmüştür.
Paçan
Bu köy, ta baştan beri yoğun hareketliliğini
bu defa da sürdürmüş gözükmektedir. 1583
tarihinde 17 hane iken, son tabloda 84
haneye yükselmiş gözükmektedir. Diğer
köylerden azalan nüfus buraya akmış
olabileceği gibi, başka yerlerden gelip
yerleşenlerin varlığı da muhtemeldir.
Zeno
Bu köy daha önce 71 hane iken, bu yeni
tabloya göre 37 hane azalarak 34 haneye
düşmüş gözükmektedir.
Yente
Bu köy de baştan beri hayli hareketli
yerlerden biri olmuş, bir önceki nüfusu 72
hane iken, 52 hane azalmış ve 20 haneye
düşmüştür.
Haldizen ve İpsil
Daha önce bu iki köy ayrı ayrı ele
alınmışken, yeni tabloya göre bir arada
hesaplanmıştır. Daha önce toplam 34 hane
olan bu iki köy, bu defa 22 hane azalarak,
12 haneye düşmüştür.
Yunan isyancılarının lideri İpsilantes’in
İpsil köyünden olduğu iddia edilmektedir.[14]
Okene
Bu köy daha önce 54 hane iken, 26 hane
azalmış, 28 haneye düşmüştür.
Sero
Daha önce 99 hane olan bu köy, 39 hane
azalarak 60 haneye inmiştir.
Daha önceki tabloda kayda geçen Alithinos,
Aso ve Mavreyas köyleri, bu son tabloda
gözükmemektedir. Alithinos ile Mavreyas,
Okene’ye çok yakın olduklarından, bu köy ile
birlerşmiş olabilir. Ancak bu durumda, daha
önce bu üç ayrı köyün toplam hanesi 67 hane
iken, bu tabloda 39 hane azalarak 28 haneye
düşmüş olduğu anlaşılmaktadır.
Toparlarsak, 1583 yılında Çaykara civarında
bulunan köylerin toplam nüfusu 576 hanede
tahminen 2980 kişi iken, son tabloya göre
196 hane azalarak, 380 hanede 2100 kişiye
düşmüştür. Yani, 196 hanede 880 kişi bölgeyi
terk etmeye zorlanmıştır. Bunlardan
bazılarının, çıkan karışıklık sırasında
öldürülmüş olması da muhtemeldir.
Yeni tablonun en
önemli değişikliklerinden birisi de, bu
tarihte Kadohor,
Hopşera, Saraxos, Fotinos
ve Zeleka
adında 5 yeni köyün ortaya çıkmış olmasıdır.
Ortaya çıkan beş köyün sonradan ve dışarıdan
geldiğini hesap edersek, göç edenlerin
sayısı daha da yükseldiği anlaşılır.
Burada özellikle
sorulması gereken şu soruyu sormadan
geçemeyeceğim: 1681 tarihinde ortaya çıkan
Kadohor,
Hopşera, Şerah, Fotinos
ve Zeleka
köylerinin, bu tarihte bölgede Hıristiyan
kalmamış olmasına ve ayrı ayrı köylerde
yaşamalarına rağmen, bu köylerin ana dili
neden Helence’ydi?
Bunları kim, nasıl asimile etmişti?
Sanırım burada her şey çok açık ortaya
çıkmaktadır ve üzerinde tartışmanın da bir
anlamı yoktur.
Kayıtlarda geçen Müslümanların en çok
kullandıkları isimler:
Heath W. Lowry’nin Trabzon’da tespit ettiği
Abdullah isminin yoğunluğuna karşın, Çaykara
bölgesinde daha farklı isimlere
rastlanılmaktadır. Hasan Umur’un “Of Tarihi”
adlı kitabındaki kayıtlarda geçen Müslüman
hane reisleri arasında Ahmed, Mehmed,
Hüseyin, Murad, Ali, Süleyman gibi salt
Müslüman Arap isimleri varken, en çok
kullanılan isimlerin İskender ile Hamza
olması, oldukça dikkat çekicidir. Bu
ilginçliğin, İslâmlaştırma sonucu ortaya
çıktığı anlaşılmaktadır. Ayrıca, Pontos
kökenli yazarların bölge için yazdıkları ve
sözel tarih olarak kaydettikleri bir
anlatımda şu cümle yer almaktadır. “Of
Episkopos’u Aleksandros, emrindeki bütün
köylerle İslâma geçer. Aleksandros Müslüman
olduktan sonra İskender adını alır ve daha
sonra da İskender Paşa ünvanını kazanır ve
Trabzona yönetici olarak atanır.”
[15]
Osmanlı kayıtlarında
kayıtlı ve Of civarında sıkça göze çarpan
İskender adının, yukarıda verilen ve teyid
edilmemiş bu hikâyenin, bir dayanağının
olduğu ihtimalini güçlendirmektedir.
Yeni köyleri kuranlar nerelerden geldi
Şimdi biraz da Çaykara civarına kurdukları
köylerle, bu bölgeye yerleşenlerin nereden
geldiklerini, bir iki kaynağa dayanarak
anlamaya çalışalım:
K. Fotiadis, “Pontos Helenlerinin yok
edilişi” adlı kitabında, 1607 ile 1608
yıllarında yeni bir terör dalgasıyla iç
karışıklıkların ortaya çıktığını, bunun
sonucunda, her türlü psikolojik ve fiziksel
baskıya maruz kalan Hıristiyanların,
kurtuluşu topyekün Müslümanlaşmada
bulabildiklerini, bunun da özellikle Of
civarında yaşandığını yazmaktadır.
Trabzon merkezinde 1553 – 1583 yılları
arasında meydana gelen yoğun nüfus
hareketiyle ilgili bir tespiti de, Heath W.
Lowry “Trabzon Şehrinin İslâmlaşma ve
Türkleşmesi 1461 - 1583” adlı kitabında
yapmıştır.
Bu konuda Lowry, Osmanlı kayıtlarına
dayanarak aynen şunları yazmaktadır: “1523
ile 1553 arasındaki dönemde en büyük
değişime uğrayan grup, Rum Ortodoks toplumu
olmuştur. 1523 yılında bu toplumun 991
hanede yaşayan 4857 nüfusu vardı.1553
yılında hane sayısı 509’a, nüfus da 2545’e
düşmüştür. Otuz yıllık dönem içinde bu
%47.60’lık bir nüfus azalmasıdır.” [16]
Lowry’nin sözünü ettiği azalan Rum nüfus,
Trabzon merkez mahallelerinden azalan Rum
nüfustur. Burada Rumlardan azalan toplam
sayı, 2312 gibi karşımıza çıkmaktadır. Bu
azalma sadece merkezde olup, diğer
bölgelerden de yaklaşık bir oranda azalma
veya göç yaşandığını varsayarsak, bu
sıralarda Çaykara kırsalında ortaya çıkan
köylerin hem nedeni hemde insan kaynağı da
ortaya çıkmış oluyor.
Ayrıca, 1583 ten sonra Çaykara civarında
ortaya çıkan köylerin insan kaynağı için de,
yine Lowry’nin aynı kitaptaki şu metni belki
fikir verebilir: “16 – MAHALLE-İ AYA SOFYA:
Bu tahrir defterlerinde karşımıza ilk kez
çıkan mahallelerden olmakla birlikte, birçok
nedenle bu mahallenin özel bir dikkatle
incelenmesi gerekmektedir. 1486, 1523 ve
1553 Tahrir Defterlerini incelerken,
gördüğümüz gibi bu bölge batı Varoşlarındaki
Rum Hıristiyan toplumunun geleneksel
merkeziydi. 1553 yılında burada bir de
Müslüman Aya Sofya mahallesi bulunuyordu.
1583 yılında bu adı taşıyan bir Hıristiyan
mahallesine artık rastlamamaktayız.” [17]
Yine Trabzon’daki Rum nüfusun
Müslümanlaştırıldığına yönelik başka bir
metninde; “Bu çalışma boyunca, eldeki Tahrir
Defterlerine dayanarak Trabzon’un bir
Müslüman şehir olması sürecini izlemeye
çalıştık. Bu incelemede, daha önceki
araştırmalarda varılan sonuçların aksine,
bunun şehrin 1461’de fetihten hemen sonra
yer alan ani bir süreç olmadığını göstermiş
bulunuyoruz. Aksine bu, 125 yıl gibi bir
süre içinde tamamlanmış, ve bu halde bile
bunun şehrin yerli Hıristiyanlarından büyük
bir kısmının İslâmlaştırılmasıyla
kolaylaştırılmıştır. Sonuç olarak, 1583’te
şehrin nüfusunun çoğunluğu Müslüman olduğu
ve şehrin İslâmlaştırılmasından söz
edebildiğimiz halde, şehrin fetih öncesi
karakterinin büyük bir kısmını korumuş
olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle,
incelediğimiz döenmin sonunda, Trabzon
şehrinin Türkleştirilmesi daha yeni
başlıyordu” [18]
Lowry’nin yukarıdaki metnine, birde Hasan
Umur’un aşağıdaki metnini eklemek yerinde
olacaktır.
Ömer Asan’ın “Pontos Kültürü” adlı kitabında
yer alan ve Hasan Umur’a ait olduğu
belirtilen metin aynen şöyledir: “Bu
münasebetle muhterem Paçanlılar’a şu noktayı
hatırlatmak isterim ki, köylerinde ilk İslâm
dininin nurunu getiren, Rüya ile buldukları
Maraşlı Osman efendi olmayıp, resmi
kayıtlarda sabit olduğu veçhile Süleyman,
Murat, İskender efendilerdir. Bu yüksek
seciyeli zatların babaları kimlerdir?
Süleyman ile Murat’ın babalarının adı Liğor,
İskender’in babasının adı Kirazi’dir. Bu
muhterem zatların babalarının Hıristiyan
olması, merhümunun şereflerini küçültmez”
[19]
Hasan Umur’un bu metninden de anlaşılıyor
ki; Çaykara köylerini Müslümanlaştıranların
da babaları Hıristiyan’dı.
Birde Od. Lampsidi, Arkhio Pontou 33. cilt
ve s.157 de, sayfasında, 15.yüzyılda birçok
Helen’in köle muamelesi görmemek, emir altı
yaşamamak vb. için, Pontos’un yüksek ve iç
kesimlerine doğru göç ettiğini, ve böylece
oralarda birçok yeni köyün ortaya çıktığını
yazmaktadır.
Son olarak, aşağıdan yukarıya doğru
gerçekleşen göçü anlatan bir mısra ile, yeni
kurulan köylerin nerelerden geldiği konusunu
bitirelim.
“İ kampi Turki yiomisan ke ta vuna leventes”
= “Düzlükler Türklerle doldu, dağlar da
Leventlerle”[20]
İslamlaşma süreci nasıl gelişti:
İslâmlaştırmanı hangi koşullar altında ve
nasıl gerçekleştirildiği konusunda, Aşağı
Oçena (Köknar) köyüne ait bir söylence ile,
Osmanlı resmi makamlarının suçlu
addettikleri kişilere yaptıklarını
belgeleyen bir Osmanlı metniyle
örnekleyerek, burada Çaykara ile ilgili
Tarih bölümünü bitireyim.
Aşağı Oçena’ya ait söylence aynen şöyledir:
“Köyün ilk kurucuları beş kardeş idiler.
Bunların isimleri; Yeros lakabıyla bilinen
Yorgos, Geros, Pavlos, Koloth ve Ğrağos idi.
Söylenilene göre; sonraları köyde
İslâmlaştırma faaliyetleri başlar.
Oçenalılar her ne kadar İslâmlaşmaya karşı
direndiyseler de, yedi çocuk sahibi
Pavlos’un dışında herkes Müslümanlığı kabul
eder. Pavlos Müslüman olmamak için direnir.
Çeşitli baskılara rağmen inadını sürdürür.
Bu inadına karşın, yedi çocuğu da sırayla
öldürülür. Başları kesilerek bir sepet
içerisinde Pavlos’a taşıttırılır. Bu
işkenceye rağmen yine de iflâh olmayan
Pavlos, son çare olarak aç bırakılır. Açlığa
dayanamayan Pavlos, nihayet pes ederek
Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalır.”Bu
tip “işkence sonucu Müslümanlaştırma” ile
ilgili söylencelere, Çaykara’nın diğer
köylerinde de rastlanmaktadır.
Yukarıdaki söylencede yer alan vahşiliğin,
insanlık dışı yaptırım ve uygulamaların
abartılı olup olmadığı konusunda, 19.
yüzyıla ait aşağıdaki belge bize ışık
tutmaya yarayacaktır.
***
Bismillahirrahmanirrahim
Kazai Of müftüsü Hüseyin Sabri efendiye
Mektup velâi selâhiyetimdir.
Bu kere Kaza-i Of’ta mukim ve misafir harp
ve darbe veya nakliyat veya inşaat-i
cariyeye kudreti vafir bil-umum firari
bekaya ve tebdilihava efradının nezd-i
fazilânelerine yollanan ve emir ve
kararımıza tefrik olunan Hacı Haşim ağanın
sây ve gayreti ve sizin din ve devlet
uğrundaki fedakârane faaliyetiniz ile cem’
ve tarafınıza sevk olunmalıdır. Müfrezede ve
kapısı önünde çalışmaktan ve emrinize
itaatten istinkâf edecek kimseler üzerine
dünyanın eşeddi ceza ve mesaibini yağdırmağa
sana selâhiet-i tamme verdim. Bu gibi
kimselerin hanelerini ihrak ve tahrip ve
evlat ve ahfat ve akraba-i ve taallukatının
nefy ve tazip hususundaki icraatınızı görmek
isterim.
28 Şubat 1331 (12 Mart 1916)
Lazistan Havalisi Kumandanı
Mirliva Ahmet Avni
***
Tercümesi:
***
Of kazasında ikamet eden ve orada misafir
olarak kalanlardan, savaşmaya, nakliyat veya
geri hizmette çalışabilmeye gücü bulunan
kişilerle; firari, bekaya ve hava
değişiminde bulunanların bütününü, Hacı
Haşim ağanın gayreti ve sizin din ile devlet
uğrunda verdiğiniz fedakâr faaliyetleriniz
sayesinde toplanıp tarafınıza sevk
olunmalıdır.
Müfrezede ve kapısı önünde çalışmayı ve
emrinize girmeyi reddedenlere karşı,
dünyanın en şiddetli ceza ve musibetlerini
yağdırmak konusunda, sana tam bir yetki
verdim. Bu gibi kimselerin evlerini yakmak
ve yıkmak, küçük ve büyük çocukları ile
bütün akrabalarını sürmek ve işkenceden
geçirmek konusundaki icraatınızı görmek
isterim.
28 Şubat 1331 (12 Mart 1916)
Lazistan Havalisi Kumandanı
Mirliva Ahmet Avni[21]
***
İşkence ile ilgili, özellikle ikinci
paragraf oldukça dikkat çekicidir!
19. yüzyılda bile, suçlu addedilen kişilere
verilen cezaların yanı sıra, bir de çoluk
çocuklarıyla birlikte tüm akrabalarına,
dünyanın en şiddetli işkenceleri uygulandığı
anlaşılmaktadır. Hem de bismillah ile
başlayan bir işkence emriyle!..
İşkence yapılacakların listesine küçük
çocukların tabi tutulması, “vahşi ve vahşet”
sözcüklerine dahi işkence çektirir
niteliktedir.
Bir başka örnek: “Örneğin Rıza Nur da
(Atatürkçü' değildir, ama BMM hükümetinde
Maarif Vekili'dir ve Yunan-Roma ören
yerlerini özellikle yıktırdığını kendisi
anlatır. Şu da anılarından bir bölüm:
Karadeniz'de, Topal Osman'la konuşmasını
kendi anlatıyor: 'Ağa, Pontus'u iyi
temizle!' dedim. 'Temizliyorum' dedi 'Rum
köylerinde taş üstünde taş bırakma!' dedim.
'Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi
binaları lazım olur diye saklıyorum' dedi.
'Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara
yolla, dağıt. Ne olur, ne olmaz, bir daha
burada kilise vardı diyemesinler!' dedim.
'Sahi öyle yapayım. Bu kadarını akıl
edemedim' dedi.
Bu bir bakan-aynı zamanda milliyetçi. 'Kimse
burada kilise vardı diyemesin...'
Tiyatro vardı, gymnasium vardı, tapınak
vardı, diyemesin; 'Grek' vardı, 'Romalı'
vardı, diyemesin. Bu da, bu ülkenin köklü
bir milliyetçi tutumudur.” [22]
Müslümanlığı reddettiği içi köyünü terk
edenler nereye göç etti:
Of civarında bulunan Fotinos, Ksenos,
Holayisa, Saraxos (Uzungöl) Okenos ve
Alithinos köylerinin Müslümanlaştırmasından
sonra, köylerini terk etmek zorunda
kalanlar, Torul’a bağlı bir köy haline gelen
ve adına “Ofluların yeri” anlamında Fitiana
verdikleri bir köye yerleşirler. Bu köye
yerleşenlerden ve Saraxos köyünden olan
Saraşites ailesi, daha sonra ünlü bir aile
olarak tanınır.[23]
Özellikle Kandilaptis’in kitabından
anlaşıldığı üzere, daha çok Çaykara
civarından buraya kaçıp sığınan aileler,
daha sonra buradan Rusya’ya ve en son
1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında
yaşanan nüfus mübadelesi sonucu, Yunanistana
göç etmek zorunda kalırlar. Bu ailelerden
bazıları şu an Selanikte, Atina’nın Zoğrafos
semtinde ve bazıları da değişik illere
dağılmış şekilde hayatlarını sürdürmektedir.
Ayrıca, Saraxos köyünde yaşayan bir aile,
henüz Rusya’da yaşayan bir akrabasıyla,
Sovyetlerin dağılışından sonra, ticari
amaçlarla gitti Rusya’da karşılaşmıştır.
Çünkü köyleri terk etme olayı, komple bir
sülalenin köyü terk edişi gibi
gerçekleşmemiş, her sülaleden İslâmı kabul
etmeyelerin zoraki köyü terk edişi gibi
gerçekleştiğinde, birçok aile
parçalanmıştır.
Gizli Hıristiyanlık
Din değiştirme olayı, zamanla “Gizli
Hıristiyanlık” anlamına gelen “Kripto
Xristianismos” gibi bir sorunun ortaya
çıkmasına neden olmuştur. Buna göre, zorla
Müslüman olan bazı kimseler, ibadetlerini
eski inançlarına göre gizlice yerine
getiriyorlardı. Hatta, topluca İslâm’a geçiş
yapan bazı köylerde, şehadet getirir
getirmez cami inşa edip amaz kılmaya
başlayan olmamıştır. İslâm’ın
içselleştirilmesi hayli uzun zaman almıştır.
Bu nedenle, eski inançlarının gereklerini
gizli ifa ediyorlardı. Bayramları, cenaze
törenleri, düğünleri, ibadetleri, vb. hep
gizli yapılıyordu. Resmi kayıtlarda adı
Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin olarak geçen
birçok insan, kendi çevresi tarafından eski
adıyla biliniyor anılıyordu. Zamanla bu çift
ad taşıma olayı, lakap geleneği haline
dönüşmüştür.
Gizli Hıristiyanlıkla ilgili geleneksel
anlatımların yanı sıra, belgesel kayıtlar da
bulunmaktadır. Özellikle Batılı ülkelerin
baskısıyla ve 1856 yılında ortaya çıkan
Islahat fermanı (Hatt-i Humayun) sonrasında,
birçok yerde kendi gerçek inancını açıklayan
birçok kişi ortaya çıkmıştır. Bu fermana
göre, Hıristiyanların Müslümanlardan hiç bir
farkı kalmamıştı. Bu fermana göre,
Hıristiyanlar da Müslümanlar gibi devlet
işlerinde görev yapabilir, askere gidebilir,
askere gitmek istemeyen de parasını ödeyerek
bu görevi karşılayabilirdi. Dışarıda ve her
yerde, herkes serbestçe inancının
gereklerini yerine getirebilirdi. Bu
durumdan memnun olmayan Müslümanlarla
birlikte, bu defa askerlik yüzünden memnun
olmayan Hıristiyanlar da bulunuyordu.
Gizli Hıristiyanlık ile ilgili başka bir
örnek; "Meşrutiyetin ilanını müteakip Yomra,
Maçka, Tonya, Şarlı nahiyelerinde
Müslümanların tanassur etmeye başladıkları
görüldü. Hatta bu yüzden birçok köylerde
vukuatlar olmakta idi. Mesela ölen bir
adamın cenazesini defnetmek için Rum
Ortodokslar o adamın Ortodoks olduğunu,
Müslümanlar da Müslüman olduğunu iddia
ediyor ve her biri ölüyü kendisinin
gömeceğini ileri sürüyordu. Hükümetçe
yapılan tahkikatte bazan Ortodokslara, bazan
da Müslümanlara veriliyor ve bazan da mesele
hal edilemediği için hükümet tarafından
defnediliyordu. Bu adamların ellerindeki
nüfus tezkerelerinde Müslüman ol¬dukları ve
Müslüman ismi yazılı olduğu ve babasının da
Müslüman olduğu görülüyordu. Buna rağmen
kendileri Ortodoks olduklarını ve
isimlerinin Yani ve Niko gibi Rum isimleri
olduğunu ve gizli din taşıdıklarını
söylüyorlardı. Kendileri Osman Paşa
Müslümanı olduklarını ve meşrutiyete kadar
babaları ve kendileri ve aileleri efradı
gizli Ortodoks dinini ve zahirende müslüman
gözükmek suretiyle Ortodoksluklarını
muhafaza ettiklerini söylüyorlardı.
Haznedarzade ailesinin 1260 tarihindeki son
valisi Osman Paşa tarafından ismi geçen
nahiyelerdeki Rum Ortodoksları cebren
Müslüman yapılmış olduğu için meşrutiyetin
ilanıyla başlayan irtidat keyfiyetinin
hakikati anlaşılmıştı. Bu hadise karşısında
mezkür nahiyelerde ve bilhassa irtidadın
vuku bulduğu köylerde tahkikat yapıldı.
Oralarda köy mektep hocası bile yok, cami
yok, İslamiyeti halka telkin edecek en
iptidai bir müessesenin yok olduğu görüldü.”
[24]
Çaykara halkı Orta Asya’ya dayalı ırklardan
mı?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi; bu iddiayı,
Çaykara geneli için değerlendirmemiz söz
konusu değildir. Ancak yine, Zeno, Holayisa,
Ğorğoras ve Paçan köyleri ile ilgili
ihtimalleri değerlendirmemiz gerekmektedir.
Burada teker teker bazı ihtimaller ile bazı
iddiaları ele alırsak, daha uygun
değerlendirmelerde bulunabiliriz.
Cumhuriyet sonrası tarihçiler tarafından
ortaya atılmış, resmi tarihe uygun en eski
iddialardan birisi; bölgedeki Rumların yavaş
yavaş çıktığı, Rumlar oraları terk ederken,
Müslüman Türklerin gelip buralara
yerleştiğidir. Yine bu iddia çerçevesinde,
Rumlar çıkarken, Türklerin bunlardan Rumca
öğrendiği ve zamanla bu dili ana dili haline
getirdiği söylenmektedir. Bu iddia, tamamen
matematiksel düşünden yoksun, asimilasyonun
süreç-sonuç ilişkisinden bihaber kafanın
ortaya atabileceği iddiadan başka bir şey
değildir.
Sonuç olarak, bütün bu verilere rağmen, hala
birilerinin kalkıp bu yörede yaşayan
insanları Orta Asya’ya dayandırması,
inandırıcılığı zayıf bir propagandadan başka
bir şey değildir. Ancak bu konuda, büyük
oranda başarı elde edildiğini de ittiraf
etmek gerekir. Fiziğimiz, gelenek ve
göreneklerimiz henüz Orta
Asyalılaştırılamadı belki ama, beyinsel
olarak Orta Asya’dan da öte
uzaklaştırıldığımız ortadadır. Bulunduğumuz
coğrafyaya o kadar yabancılaştırılmışız ki,
sanki bu yerlere uzaydan gelmiş gibi bir
durumumuz var. Gözlerimizi açtığımız
topraklar ve büyüyüp serpildiğimiz
coğrafyada gittiğimiz okullarda, bir yığın
bilinmeyenle karşılaşırız. Artık yerel dilde
dahi kullandığımız kelimelerden olan
Jinekoloji’den İneka’yı, Dontoloji’den
Donti’yi, Kardioloji’den Kardiya’yı,
Psikoloji’den Pşi’yi, Antropoloji’den
Anthropo’yu, Astroloji’den Astri’yi,
Jeoloji’den Yi’yi, Kronoloji’den xrono (hrono)’yu,
vb. çıkaramaz olduk. Kafkasya, Avrasya,
Pontos, Anadolu, Ege, Avrupa deriz ama hiç
bir şey anlamayız. İstanbul, İzmir, İzmit,
İznik, İsparta, İnebolu, Bolu, Ankara,
Konya, Trabzon, Kadohor, Kalopotamos, Fasis,
Piksitis, Mezopotamya deriz ama ne demek
bilmeyiz. Hamsi, İstavrit, İzmarit,
İskorpit, İstakoz, Çitari, Lüfer, Mezgit,
Levrek, Çipura, Ahtapot, Kefal, Kofana,
Kolios, Palamut, Sargan, Barbunya, Karades,
vb. avlarız ama ne avladığımızı bilmeyiz.
Fasulye, Bezelye, Marul, Lahana, Pancar,
Soya, Ispanak, Pırasa, Prokoli yeriz ne
yediğimizi bilmeyiz. Evet, düşürüldüğümüz
durum bu. Keşke Orta Asya’dan bir şeyler
bilebilseydik. Oranın Komarlarını,
İfterilerini, Fındıklarını, Kirazlarını,
Pelitini, Kestanesini, Şimşirini, Köknarını,
Dirkapasını (Likarpa), Morasını, Ihlamurunu,
Uvasını, Muşmulasını bilip de bu kelimelerin
anlamlarını bilebilseydik.
Ne kaldı ki bildiğimiz, geldiğimiz şu
dünyada? Yemek içmekten öte bir bildiğimiz
kaldı mı? Her şey bir tarafa, adımızı
biliyor muyuz adımızı? Ahmet’in, Mehmet,in,
Hasan’ın, Hüseyin’in, Cemil’in, Kadir’in,
Mustafa’nın, Kâmil’in, Kemal’ın,
Abdullah’ın, Ömer’in, Musa’nın, Ali’nin,
Şükrü’nün, Hayri’nin Hamit’in, Cemal’ın,
Mahmut’un, Muzaffer’in, İsmail’in,
İbrahim’in, Yunus’un, Tayyip’in, Esma’nın,
Bakiye’nin, Fadime’nin, Ayşe’nin, Melis’in,
Hanife’nin, Hayriye’nin, Hava’nın,
Hatice’nin, Rukiye’nin, Kafiye’nin,
Şükriye’nin Sulbiye’nin, Tenzile’nin,
Nuriye’nin anlamını biliyor muyuz?
Çaykara halkı Rum mu?
Bu sorunun yanıtını verebilmek için, önce
“Rum” veya bölgede kullanılan “Romei veya
Romeyi” sözcüklerinin nereden geldiğine
bakmak gerekiyor.
Rum adı
Rum adı, Roma İmparatorluğu döneminde, bu
İmparatorlukta yaşamış, etnik kökeni ne
olursa olsun herkes için kullanılmış bir
tanımlamadır. Kısacası; Helen, Ermeni,
Cenevizli, Türkmen, Karamanlı, Çepni, Kürt,
Arap, vb. olup Hıristiyan veya başka bir
dine mensup olan herkes Romalı ve
dolayısıyla Rum’du. O halde bu adlandırma
bugün açısından geçersizdir. Çünkü artık
ortada Roma İmparatorluğu diye bir devlet
olmadığı gibi, bu devletin vatandaşı
anlamına gelebilecek Rum da yoktur.
Burada hemen ulusal devlet yapısı temelinde
adlandırılan Türk, Yunan, Fransız, vb. gibi
etnik adlandırmalar akla gelmesin. Çünkü
ulusal devlet yapıları, daha çok bir
etnisiteye dayalı, diğer etnisiteleri yok
sayan ve onları eritmeye çalışan bir yapıya
sahiptir. Rum tanımı farklı olup, belki
Osmanlı veya bugünkü Amerka’lı tanımına daha
uygun değerlendirilebilir.
Trabzon’un birçok köyünde ve Çaykara
civarında kullanılan yerel dil Romeyika’nın
kökeni nedir?
Son zamanlarda, İnternet’in değişik
platformlarında, Rumca veya yerel
adlandırmayla Romeika, Romeyika adı üzerinde
ve bu dilin içeriği konusunda çeşitli
tartışmalara, dolayısıyla farklı görüş ve
iddialara rastlıyoruz. Elbette bu
tartışmaların akademik boyutu tartışılır. Bu
konuda doyurucu bir bilgiye ulaşmak da zor.
Ancak birçok kişide, özellikle bu dili
kullanan meraklı kişilerde, bu sorunun
yanıtı henüz bulunamamış olduğu,
tartışmalardan da anlaşılmaktadır.
Gerçekte Rumca denilen dil necedir?
Karışık yerel bir dil mi, yoksa Yunanca’nın
bir şivesi veya lehçesi midir?
İnternet’teki tartışmalar esnasında ve bazı
akademik çevrelerde bu dile Pontosça,
Pontusça, Pontos Rumcası, Pontiaka,
Karadeniz Rumcası, Anadolu Rumcası, Anadolu
Yunanca’sı, vb. isimlerle tanımlanmaya
çalışıldığı görülüyor.
Acaba Rumca bunlardan hangisidir?
Bu sorunun yanıtı için, önce Rumca denilen
dili, bir bütün içerisinde değerlendirmek
gerekir. Çünkü ,Anadolu’da başka yerlerde
konuşulan Rumca’dan da söz edilmektedir. O
halde, Rumca veya Romeika, denilen bu dili
şöyle tarif edebiliriz: Rumca, Helenistik
çağdan itibaren Helence’nin (Antik Yunanca)
Anadolu’da (Karadeniz dahil), konuşulmuş,
konuşulduğu bölgenin farklı unsurlarıyla
etkileşim boyutuna göre de morfoloji
kazanmış bütün lehçelerine, Roma
İmparatorluğu döneminde, Hıristiyanlığın
tamamen yayılıp resmi din olmaya başladığı
andan itibaren verilen isimdir. Daha
anlaşılır bir ifadeyle Rumca; bölgede
kullanılan dil, Sokrates, Platon, Heredot,
Homeros, Aristoteles, Aristofanes,
Karadenizli Diyojen, Strabon, Visarion, vb.
gibi filozof, tarihçi, şair, edebiyatçı,
coğrafyacı, vb. bilim adamlarının kullandığı
ve tüm Batı dünyasında Helenic ve Türkiye’de
Helence olarak bilinen antik dilin bir
devamı ve bir lehçesidir.
Bu açıklamalardan sonra, Rumca’yı kısaca
şöyle tanımlayabiliriz: Rumca Helence’nin
bir lehçesidir.
Elbette ki her dilin kendi özelliğine göre,
onu kullanan halkın o dile verdiği bir isim
vardır. Örneğin, Almanca diye bildiğimiz
dil, Almanlar içerisinde Deutsche olarak
bilinir. Helence’de kendi içinde Ellinika
olarak geçer.
Elinika nasıl Romeyika oldu?
Roma İmparatorluğu döneminde, çıkan çeşitli
savaşlar, izlenen yanlış sosyal, siyasal ve
ekonomik politikalar yüzünden, Roma halkı
içerisinde farklı sınıf katmanları ortaya
çıkmıştı. Bu sınıflar; “toprak ağaları,
yöneticiler, zengin tüccar ve tefeciler,
fakirleşmiş Roma halkı ve köle durumunda
olanlar” gibiydi. İyice fakirleşmiş ve
çaresiz kalmış halk ve köleler arasında,
Hıristiyanlık hızla yayılmaya başlamıştı.
Çünkü Hıristiyanlık, fakir ile zenginin,
köle ile efendisinin ve farklı etnik
unsurların aralarında eşitliğini
savunuyordu. Ayrıca, Hıristiyanlığın ibadet
biçimi, çok tanrılı dinin ibadet biçiminden
çok daha kolaydı. Bunun yanı sıra,
Hıristiyan misyonerler, bu dine geçen zayıf
insanlara, devletin uzatmadığı eli uzatıyor,
yayılabilmek adına sorunlarını paylaşma
yoluna gidiyordu. Ayrıca Hıristiyanlık, ilk
yayılmaya başladığı dönemlerde, Roma
yönetimi tarafından baskıya maruz kalmış,
Hıristiyanlar ile Roma yönetimi karşı
karşıya gelmişti. Bu durum, bir şekilde
kendilerini Roma işgali altında hisseden,
henüz Helen kültürel kimliğini kaybetmemiş,
ağırlıklı olarak Anadolu ve Yunan
coğrafyasında yaşayan Helen toplumunun bu
yeni dine geçişini hızlandırdı. Daha sonra
yüzlerce yıl süren misyonerlik faaliyetleri
sonucunda Hıristiyanlık, Roma’da en büyük
din haline gelir. Sonuçta Hıristiyanlık,
Roma İmparatoru Konstantin zamanında resmi
din olarak kabul edilir. Bu süreçten sonra
Hıristiyanlar, o zamana kadar henüz
Hıristiyan olmamış ve henüz paganizme
inanmaya devam eden Helenler üzerine baskı
kurmaya başlarlar. Bu baskı zamanla yerini
tahribe, talana, yağmaya, işkenceye ve
katliama bırakır. O zamana kadar üretilmiş
ve Helenizm ile Paganizm’i andıran veya
hatırlatan bütün sanat eserlerini tahrip
etmeye başlarlar. Helenizm’in en büyük
kütüphanelerini ateşe verirler. Özellikle
Anadolu’da, Helenizm’e ait taş üstünde taş
komazlar. Helenlere yapmadık işkenceler
bırakmazlar. Böylece, Hıristiyanlığın
fanatizmi vahşete dönüşür.
Romalılar’ın ve Hıristiyanlığın yapmış
olduğu tahribat ve katliamdan bir iki örnek:
– “Hükümdarlığın dışında, en iyi sporcu, en
iyi şair, vb. her şeyde en üstün olduğunu
ispatlamaya çalışan Neron, kendisinden önce
birinci olmuş kişilere ait heykelleri
yıktırıyordu. Suitonios’un da dediği gibi;
bazen heykellerin yüzlerini değiştiriyor,
kopya ediyor, tarih sayfalarından
istemedikleri bölümü kaldırıyor, tarihi
kendilerine göre değiştiriyorlardı. August,
sistematik bir şekilde tarih kitaplarını
tahrip ediyordu.”
– “Ateist olarak anılan Milios’lu Diağoras,
bir defasında Herkül’e ait ahşap bir heykeli
ateşe attıktan sonra, “şimdi gel 13. maçını
yap ve şu kazanımdaki suyu kaynat”
demiştir.”
– “Hıristiyanlığın ilk yıllarında,
Vandalizm’in bir başka türü de, yazılı
belgeleri yok etmekti. Karşıt bütün yayınlar
ateşe atılıp, yazarları da öldürülüyordu.”
– “Yunanistan’da heykeller yıkılıyor, kutsal
yerler yok oluyor, sanat eserleri kül
oluyor. Elefsina’da pagan din adamları
öldürülüyor, Korinthos, Sparti ve Olimpia’da,
yıkılan eski tapınakların üzerine kilise
inşa ediliyor.”
– “Bir defasında, henüz kendisini Helen
olarak tanımlayan, bilgisiyle ün salmış
filozof ve aynı zamanda matematikçi bir
bayanın evine saldırırlar. Bayanı evinden
dışarı çıkarıp üstünü başını yolarlar.
Çırılçıplak bir şekilde yollarda
sürükledikten sonra, cesedini götürüp ateşe
atarlar.” [25]
Hıristiyanlığın bir ara yumuşayan bu
vahşeti, Yustinianos (Justinian) döneminde
yeniden alevlenerek, Helenizm’in sonu
tamamen getirilir. Böylece, Hıristiyanlığın
vahşeti ile başlayan sürecin sonunda, artık
ne Helen kalır nede Helence adı.
Artık hiç kimse Helen değildir ve Helence de
konuşmuyordur. Herkes Helence konuşmasına ve
İncil’in de bu dilde yazılmasına rağmen,
Rumdur ve Rumca konuşuyordur. Böyle bir
vahşet dönemini yaşayan Helence, Romeyika
adı altında hayatını sürdürmeye başlar ve
bugüne kadar Anadolu’da devam eder. Ancak,
Osmanlıdan ayrıldıktan sonra kurulan
Yunanistan, bu dilin orijinal adını
kullanmaya başlamıştır. Yunanistan’da bugün
bu dil, “Elinika” olarak bilinir.
İşte Helence’nin Rumca’ya, Elinika’nın
Romeyika’ya dönüşünün acı hikâyesi kısaca
budur.
Bölgede kullanılan dil gerçekte Elinika mı,
yoksa karışık bir dil mi?
Ğlosolog ve eski Oxford Üniversitesi öğretim
görevlilerinden Peter Makridge’nin Çaykara
civarında konuşulan yerel dil Romeyika ile
ilgili tespitleri:
Makridge, bir konferansta yaptığı
konuşmasının bir bölümünde; Of civarı ve
özellikle Şerah (Uzungül)’ta kullanılan
Helence’nin, Karadeniz Helencesinin en eski
ve en orjinal bölümünü oluşturdugunu, diğer
hiç bir Pontos Helence şivelerinde
bulunmayan arkaik öğelerle kuralsız
fiillerin kullanıldığını belirtmiştir. [26]
Çaykaralılar Helen mi?
Bütün tarihsel gelişime ve Osmanlı dönemi
başlığı altında incelediğimiz Osmanlı
kayıtlarına göre, ataları Hıristiyan Rum
oldukları açıkça belli olan Çaykara
halkının, Helen kökenli olup olmadığını
söylemek için, biraz da onların kültürel
değerlerine bakmak gerekir.
YEREL DİL ROMEİKA
Çocuk dili
Çocuk dili deyip geçmeyin...
Çocuk dili demek, bir dilin anası demektir.
Çocuk dilinin içerisinde, ana rahminden
başlamak suretiyle doğayı, doğuşu, varoluşu,
varoluşun sürdürülebilemsi için gerekli
olanı, kısaca her şeyi bulabilirsiniz. Çocuk
dili, hayata gözlerimizi açar açmaz,
annelerimizin bizimle ilk ses temasını
gerçekleştirdiği ve biz konuşuncaya dek,
bizimle ilişkide kullanmış olduğu çeşitli
sözcükler bütünüdür. Çocuk dilinin içerdiği
sözcüklerin bazıları, dünya genelinde
benzerlik gösterse de, her toplumda farklı
bir çocuk dili bulunmaktadır. Çocuk dilinde
kullanılan sözcüklerin tamamının belirli bir
anlamı mevcuttur.
Yörede kullanılan bazı sözcükler:
Ma
Bir çok kelimenin kökenini oluşturan bu
sözcük, Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer
alan dillerde kullanılan, Türkçe “Ana”
kelimelerinin karşılığıdır. Helence’de mana,
mama, mami, mitir, mitera gibi kelimelerin
kısaltılmış şeklidir. Türkçedeki “meme”
sözcüğü de bu kelimelerden türemiştir. Diğer
dillerden İngilizce’de mother, Almanca’da
mutter, Rusça’da mat, Latince’de mamma,
Ermenice’de Mayrik ve Sanskritçe’de matru
gibidir. Çocuğa meme verme esnasında
kullanılır. Çocuğun annesi tarafından
üretilen sütü emmesi gerektiğinin çocuğa
kısaca anlatımıdır.
Pa
Yine Hint-Avrupa dillerinde bulunan Helence
patir, patera, papas, Latincede papa
kelimelerinin kısaltılmış şeklidir. Türkçe
“ata” sözcüğünün karşılığıdır.
Çocuğun babasının emeği karşılığında elde
edilen yemeğin yenmesi gerektiğinin çocuğa
anlatımıdır.
Papa
Yukarıda verdiğimiz “pa” sözcüğünün biraz
daha genişlemiş şeklidir. Yine babanın emeği
karşılığında elde edilen yemeğin kısaltılmış
halidir.
Papaka
Bu sözcük, “papa”nın “ka” soneki ile
birlikte kibarlaştırılmış biçimidir. Anlamı;
yukarıda olduğu gibi yemektir.
Mama
Yukarıda değinilen “ma” sözcüğünün
genişlemiş halidir. Genelde çocuğun ilk
öğrendiği kelimelerin başında gelir.
Mamaka
Bu sözcük de, “mama” nın “ka” soneki ile
anlamı kibarlaştırılmış ve yine yemek
anlamına gelen bir sözcüktür.
Mi
Bu sözcük; olumsuzluğun belirtilmesi ve
uyarısında kullanılan Helence “mi” önekinin
aynısıdır. Bir hareketin yapılmaması
gerektiğinin çocuğa anlatımıdır. Türkçede
yapma, etme, dokunma anlamında kullanılır.
Fufu
Aynen mama ve papa sözcüklerinin kısaltılış
şeklinde olduğu gibi, bu sözcükde Helence “fotia
= ateş” sözcüğünün kısaltılmış şeklidir.
Çocuk sürünmeye veya yüremeye başladığı
andan itibaren, ilk karşılaştığı
tehlikelerden birisi de yanmaktır. Anlam
genişlemesiyle birlikte, yanma tehlikesinin
mevcudiyetinin çocuğa anlatımıdır.
Fufuka
Yukarıda verdiğimiz “fufu” kelimesinin “ka”
sonekiyle kibarlaştırılmış biçimidir. Anlam
genişlemesiyle birlikte, daha önce yanmış,
kesilmiş yada bir şekilde darbe almış
derinin üzerindeki yarayı ifade etmektedir.
Ti
Ti, Arkaik Helence “titthos = çıplak et, et
parçası” kelimesinin kısaltılmış biçimidir.
Annenin bebeğiyle iletişimde ilk kullandığı
kelime kısaltmalarından biridir. Anne,
çocuğa meme vermek istediğinde, bu
kısaltmayı kullanır.
Tika
Bu kelime de, yukarıda verdiğimiz “ti”
kısaltmasıyla aynı anlamı taşımaktadır.
Burada kısaltmaya sonek “ka” eklenmiştir.
Titi (Almancada argoda Tite = Meme)
Bu kelime de, yukarıda değindiğimiz “titthos”kelimesinin
kısaltılmış şekli olan “ti”nin biraz daha
genişletilmiş biçimidir.
Titika
Yine “titthos” dan üreyen bu kelimenin
sonunda yine sonek “ka” vardır.
Tsitsi
Yukarıdaki “titi” kısaltmasının
çitakismos’lu (bkz. Çitakismos) şeklidir.
Kısaltmadaki “T” harflerinin önüne S harfi
gelmiştir.
Tsitsika
Yukarıda değindiğimiz kelime “tsitsi” nin
sonek “ka” ile birleşmiş şeklidir.
Şi
Bu kelime Helence akıtmak, dökmek anlamına
gelen “xino” veya latince yazılış şekliye “chino”
kelimesinin kısaltılmış şeklidir. Kelimedeki
harf “X” yöre dilinde “Ş” gibi telâfuz (bkz.
Çitakismos/X maddesi) edilmektedir. Bu
kısaltma, çocuğun burnunun aktığı
durumlarda, burnunu boşaltmaya çalışan
annenin, çocuğun burnunu aşağı çekmesini
ifade için kullanılır.
Not: Bu yazı “Caykara’nın kısa tarihçesi”
adlı kitap çalışmasından alıntıdır ve
yazının devamı bu çalışmada mevcuttur. Her
hakkı saklıdır ve izin alınmadan hiçbir
yerde kullanılamaz, kopya edilemez!
Kaynakça
--------------------------------------------------------------------------------
[1]İ. Tokalak – Bizans-Osmanlı Sentezi s.
157
[2]Prokopios – Peri Ktismaton
[3]İ. Tokalak – Bizans-Osmanlı Sentezi s.
140
[4]Rum suresi 1-5
[5] 1. Maliaris – O Pontos s. 122-124 2.
Yorgos Andreadis – Apo To Mitho Stin Eksodo
s. 39-53
[6] İsmail Tokalak – Bizans – Osmanlı
Sentezi
[7]Yorgos Andreadis – Apo To Mitho Stin
Eksodo s. 52 – 53
[8]Maliaris Pedia – (Kollektif eser) O
Pontos s281
[9]Heath W. Lowry – Trabzon Şehrinin
İslâmlaşma ve Türkleşmesi 1461-1583 s.19
[10] Taner Akçam - Siyasi kültürümüzde zulüm
ve işkence - İletişim Yayınları 1992 s.
62-63
[11]Kostas Fotiadis – İ Eksislamismi Tis
Mikras Asias Ke O Kriptoxristiani Tu Pontu
s. 160-161
[12] Bizans Osmanlı Sentezi – İsmail Tokalak.
Gülerboy yayınevi 2006 s. 309
[13]1486, 1515, 1553 ve 1583 Tahrir, 1654
Cizye’i Gebran ile, 1681 tarihli Avarız Hane
Defter kayıtları
[14]Arxio Pontu Cilt 18 s. 95
[15]1. Y. Kandilaptis - Ta Fititana. 2. K.
Fotiadis - İ Eksislamismi Tis Mikras Asias
Ke O Kriptoxristianismos Tu Pontu. 3. Pontos
Arşivi cilt 4-5 İ Eklisia Trapezuntos s.707
[16] Heath W. Lowry “Trabzon Şehrinin
İslâmlaşma ve Türkleşmesi 1461 – 1583 s.99
[17]Heath W. Lowry “Trabzon Şehrinin
İslâmlaşma ve Türkleşmesi 1461 – 1583 s.123
[18]Heath W. Lowry “Trabzon Şehrinin
İslâmlaşma ve Türkleşmesi 1461 – 1583 s218
[19]Heath W. Lowry “Trabzon Şehrinin
İslâmlaşma ve Türkleşmesi 1461 – 1583 s.42
[20]Dimotika Trağudia Tu Pontu – Panu
Lampsidi – Epitropi Pontiakon Meleton s.73
No:26
[21]Çaykara’nın Manevi ve Kültürel Değerleri
Sempozyumu-1 -2002- s.193
[22] Murat Belge 15.01.2008 Radikal gazetesi
“Gene Bizans” başlıklı makale.
[23]Yorgos Kandilaptis – Ta Fitiana
[24] (A. Faik Hurşit Günday – Hayat ve
Hatırlarım) www.karalahana.net sitesi
yazarlarından Sait Çetinoğlu’nun Pontos
Sorunu adlı makalesinden alıntıdır.
[25] Kiryakos Simopulos - İ Leylasia Ke İ
Katastrofi Ton Elinikon Arkheotiton – Stakhy
yayınları 3. baskı 1999
[26] Ofitika Nea gazetesi
|
|
META
TAG: Karadeniz
tarihi, Türk tarihi, Osmanlı tarihi, Anadolu
tarihi, Bizans, Trabzon Rum İmparatorluğu,
Trabzon tarihi, Selçuklu tarihi, Lazlar, Rumlar,
Karadenizliler, Gürcüler,
Karadeniz bölgesi, Karadeniz müzikleri, kemençe,
horon, kemençe mp3, horon video, Anadolu,
Trabzon, Rize, Artvin, Giresun,
| |