DEDE KORKUT DİYARI : BAYBURT CUMAVANK YAYLASI

Yazı: Ömer Asan

Cumavank yaylasındayım. Bu yaylaya ulaşabilmek için ya Soğanlı Dağları’nı geçeceksiniz, ya da Sultan Murat yaylası üzerinden yol alacaksınız. Yolu uzatmayı göze alırsanız Bayburt tarafından daha rahat ulaşabilirsiniz. Yaylaya vardığınızda ister arabanızda isterse yaya olun, göreceksiniz, gökyüzü ile bastığınız yer arasında bir göz atımlık mesafe var. Bir de sise yakalanırsanız, biraz yürekli bir insansanız ve de yükseklik fobiniz yoksa, bulutlarda yürüme zevkini tadarsınız.

Cumavank, yaklaşık 3000 m. rakımlı bir tepenin yamacında kurulu bir yayla. Bayburt sınırları dahilinde olmasına rağmen ahalisi Oflulardan oluşmakta. Oflular, yıllar süren mahkemeler sonucunda yaylanın tapusunu da üzerlerine almışlar.

Yaylanın bir özelliği de, Soğanlı Dağları’nı cepheden görmesi ve Bayburt ovasına yukarıdan bakmasıdır. Dede Korkut Şenlikleri’ne ve Bayburt’a günübirlik gitmek istiyorsanız en iyi konuşlanacak yer yine bu yayladır. Hiç korkmayın; her hangi bir yaylacıya “Selamunaleykum”, deyin yeter, size evinin kapısını sonuna kadar açacaktır. Biz de öyle yaptık.

Öyle yapmamızın bir sebebi de, Dede Korkut Şenlikleri’ni düzenleyen kişilerden her hangi bir muhatap bulamamamızdır. Ulaşım ve konaklama konularında yardım istediğimiz İl Kültür Müdürlüğü hariç (en azından yardım etmek istediler), Turizm, Milli Eğitim, Halk Eğitim Müdürlükleri ve Valiliğe bizzat yaptığımız yazısız başvurular “yetkimiz yok” gerekçesiyle yanıtsız kaldı. “Canları sağ olsun”, dedik.

Halkın, Dede Korkut Şenlikleri dediği, Valiliğin, Bayburt Dede Korkut 3. Kültür Sanat Şöleni, diye adlandırdığı organizasyon, 15-20 Temmuz l997 tarihleri arasında yapıldı. Bu vesileyle, biz de Bayburt’u ve Bayburtluları gözlemleme olanağı bulduk.

Tarihle Gezinti

Bayburt’a gitmeden, kentin bulunduğu yerin bölgenin en eski yerleşim yerlerinden biri olduğunu biliyorduk. M.Ö 400, yani bundan 2400 yıl önce Ksenofon adlı bir general, on bin kişilik ordusuyla buralardan geçmiş. Çoruh ve İspir’e gelen on bin kişilik ordu dört günlük bir yolculuktan sonra Bayburt’a gelir. Ksenefon, tuttuğu notlarda Bayburt’u Gymnias olarak adlandırır, zengin ve kalabalık bir şehir olarak tarif eder. Bu şehirden, kabile reisi, kendilerine düşman olan memleketlerden geçirmek üzere Ksenefon’a kılavuz verir. Bu kılavuz, kendilerini beş gün içinde denizi görebileceklere yere götürebileceğini söyler ve onları söylediği sürenin sonunda Thekes Dağına (Madur Dağı) ulaştırır.

Kente girerken, doğrusu, araştırmacı/yazar Mehmet Bilgin gibi biz de Ksenofon’un ordusunun ayak izlerini aradık. Ne gezer; yolları asvalt, toprakları bereketten fışkırmış sevimli bir kent çıktı karşımıza. Kentte, yeni yapılan binalardan çok kesme taştan yapılmış yapılar ilgimizi çekti. Çünkü çevre köylerde de benzer evlerle karşılaşmıştık. Ancak, gördüğümüz kadarıyla, Bayburt’un geleneksel mimarisinden pek fazla eser kalmamış. Kente taş yapılardan çok beton yapılar hakim konumda. Çarşı içindeki saat kulesi her nasılsa ayakta kalmış, gelen geçene zamanı anımsatmakla meşgul.

Bayburt’un, insanlarına nefes aldıran en güzel yeri, şehrin ortasından geçen Çoruh nehri. Nehrin üzerinde yapılan köprülerden aşağı baktığınızda pırıl pırıl bir akarsu görürsünüz. Başınızı kaldırdığınızdaysa sizi bir sürpriz bekliyor; dış cephesiyle hala ayakta durabilen Bayburt Kalesi’nin çarpıcı görünümü.

Bayburt, Türklerin Anadolu’da ilk yerleştikleri yerlerden biridir. Tuğrul Bey’in Anadolu seferi esnasında (1054), Çoruh nehri ve Karadeniz (Parhar/Yayla) dağlarına kadar uzanan sahalarda akınlarda bulunan Selçuklu öncü kuvvetlerinin hücumuna uğramışsa da, ele geçirilememiştir. Türklerin eline geçmesi Malazgirt zaferinden (26 Ağustos 1071) sonradır.

Yörenin bilinen en eski halkı Azzilerdir. Khaldi egemenliğinin sonuna değin Domana adıyla anılan, İskitler döneminde Gymnias adını alan yörede, Antik Çağda Hart ve Varzahan gibi kentler de kuruldu. Bayburt, Roma döneminde Baiberdon adıyla da anılmıştır.

Bayburt Kalesi’nin kim/kimler tarafından yaptırıldığı belli değildir. Ancak, yapının Roma dönemi ve öncesinde de var olduğu söylenmektedir. Kale, şehrin kuzeyinde yükselmiş tepenin üzerindeki yalçın kayalarda inşa edilmiştir. Çevresi 2 kilometreden fazla olan kale, iki kat surla çevrilmiş olup, surları altı köşe üzerine yapılmıştır. Her köşe 12-13 metre yükseklikte ve yarım silindiri andıran köşeli burçlarla tahkim edilmiştir. Çoruh nehri, kalenin en sarp tarafını dolaşmaktadır. Bu haliyle de, kale, bir yarımada izlenimini vermektedir. Dış sur ile iç sur arasındaki mesafe 200 metredir. Dış sur duvarlarının yüksek kayalar üzerine bina edilmesi, kaleye korkunç bir manzara kazandırmıştır. İç- kale duvarlarına, zahire anbarı olma olasılığı yüksek bazı dehlizler görülmektedir. Nitekim XVI. yüzyıla ait bir defterde, kalede 7 adet buğday, arpa vs. hububatı depo etmekte kullanılan anbarlar bulunduğu kayıtlıdır. Bunlardan başka, kaleden Çoruh nehrine gizli yollarla gidilen suluklar da vardır. Dış surların burçları mavi ve mor çinilerle süslenmiştir. Bugün bunların ancak kırık parçalarını görmek mümkündür. Evliya Çelebi’ye göre, kalenin biri doğuya, diğeri batıya açılan iki kapısı vardır. l202-l225 yılları arasında Erzurum’da hüküm süren Tuğrul Şah, Trabzon İmparatorluğu’ndan gelecek hücumlara karşılık Bayburt Kalesi’ni yeniden tamir ettirmiş.

Ünlü Amasyalı coğrafyacı Strabon’un (M.Ö 63- M.S 21) iki bin yıl öncesinin Trabzon, Bayburt ve çevresini anlattığı bölüme bir göz atalım: ” Trapezus ve Pharnakia’nın üst tarafında Tibarenler ve eski zamanlarda Makronlar denen, Sanlar ve Küçük Armenia bulunur; ve erken devirlerde Kerkitler denen Appaitler kavmi bu bölgelere oldukça yakındır. Bu insanların ülkesini iki dağ keser. Burada yukarı Kolkhis’deki Moskhia dağları (tepeleri Heptakometler tarafından işgal edilmiştir) ile birleşen ve çok kayalık olan Skydises (İskitler) dağı ve aynı zamanda Sidene ve Themiskyra bölgesinden Küçük Armenia’ya kadar uzanarak, Pontos’un doğu tarafını meydana getiren Paryadros dağı da vardır. Şimdi bu dağlarda yaşayan insanlar tamamiyle vahşidir. Fakat Heptakometler daha da kötüdür. Bazıları ağaçlarda veya seyyar ahşap kulelerde yaşarlar. Bu kulelere Mosyn dendiğinden, antik devirde bu insanlar Mosynekler olarak adlandırılmışlardır. Bunlar, vahşi hayvan ete ve ceviz yiyerek yaşarlar ve kulelerinden atlayarak yolculara saldırırlar. Heptakometler, Pompeius’un ordusu dağlık ülkeden geçerken, üç Roma bölüğünü imha etmiştir. Bunlar, ağaç sürgünlerinden elde edilen beli balı kaselerle yol üzerine bıraktılar ve askerler bunu yiyip de bilinçlerini kaybedince, onlara saldırarak kolayca hepsini saf dışı ettiler. Bu vahşilerin bir kısmına da Byzeres denir.” (Gaographika, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, s.22-23)

Dede Korkut Bayburt’ta

Bayburt’ta gezerken her köyde, yaylada, caddede ve -abartmıyorum- her evde Dede Korkut’la karşılaşırsınız, dersem şaşırmayın. Dede Korkut’un efsanelerini bilenler ya da inceleyenler, o çağlardaki Türk gelenek, görenek ve törelerini az çok bilirler. Kadın- erkek, bey-kul/ata-oğul ve tanrı-insan ilişkileri bu efsanelerde çok belirgindir. Bayburt’ta ve köylerinde ehram adını verdikleri giysiyle gözlerinden başka görünecek yer bırakmayacak ölçüde kapanan kadınlar, yabancı bir kimseyle ne konuşur ne de konuşma cesareti verir. Kadın, eve konuk geldiğinde erkeğinden izinsiz yüze çıkmaz. Bir oğul babasından izinsiz kolay kolay söze girmez ve her hangi bir konudan söz edildiğinde tanrının adı sıkça anılır. Yalnızca bu davranışlarda bile, Dede Korkut döneminin ve Oğuzların, İslamiyet’i kabul ettikleri dönemlerdeki törelerin izlerini bulabilirsiz. Yabancılara genellikle kuşkuyla bakan bu insanlar, akıl almaz konukseverlikleriyle sizi evlerine girdiğinize gireceğinize pişman ederler. Bayburt’un bir köyünde evini ziyaret ettiğimiz tanıdık bir köylünün bana “Abi, yorgunsen, çıkar çoraplarını da ayahlarını yıkayah”, teklifi karşısında yerin dibine girmiştim. Oysa bu onlar için çok normal bir davranıştı.

Dede Korkut, Türk tarihinin ve edebiyatının ulularındandır. Ona bu ululuk makamını döneminin ve sonrasının halkı vermiştir. Hikayelerinden anlaşılacağı üzere Dede Korkut, yetkili bir devlet adamı, bilgin, ermiş, ozan ve hiçbir işte onsuz edilemeyen bir Türk büyüğüdür. Bir rivayete göre Bayat boyundan Kara Hoca’nın oğlu olduğu söylense de, aslen kim olduğu, tam olarak ne zaman yaşadığı belli değildir. Hikayelerinden, Türklerin, İslamiyet’i kabul ettiği dönemde ve Bayındır Hanlığı zamanında yaşadığı anlaşılmaktadır. Türklerin, o dönemlerde Anadolu’ya (Trabzon ve Bayburt’a) akınlar düzenlemelerine rağmen henüz yerleşik bir düzene geçmedikleri varsayılmaktadır.

Dede Korkut Öyküleri’nin Bayburt’la ilgili olanı “Kam Büre’nin Oğlu Bamsı Beyrek Boyu” adlı öyküdür. Bayburtlular, Bamsı Beyrek’in mezarının Bayburt’ta olduğunu kabul eder ve onun adına yaptırılan türbeyi her yıl ziyaret ederek kutsarlar.

Bamsı Beyrek, Kam Gan oğlu Han Bayındır zamanında yaşayan Bay Büre Bey’in tek oğludur. Kendinden başka yedi kız kardeşi daha vardır. Beyrek, Dede Korkut’un yardımıyla, beşik kertmesi nişanlısıyla evleneceği sırada, Bayburtluların düğün töreni esnasında yaptıkları baskınla otuz dokuz arkadaşıyla birlikte kaçırılarak esir edilir.

Uzun yıllar kocasını bekleyen Banı Çiçek, Bamsı Beyreğin kanlı gömleğinin kendisine gösterilmesinden sonra başkasıyla evlendirilmeye razı olur. Bunun üzerine yoldaşları, son bir umutla Bamsı Beyreği aramaya çıkarlar ve onu Bayburt Kalesi’nde kopuz çalarken bulurlar. Karşılıklı manilerle ona durumu aktarırlar. Bunun üzerine, on altı yıllık esaretin sonunda Bayburt Hisarı’ndan tekfurun kızı yardımıyla kaçar.

Banı Çiçek’in evlendirileceği gün otağa ulaşan Bamsı Beyrek, kopuzuyla söylediği ve yalnızca ikisinin bildiği sırları şiir yoluyla Banı Çiçek’e söyler. Bunun üzerine kız onu tanır ve ayaklarına kapanır.

Kazan Bey der: “Gel murada er.” Beyrek der:” Yoldaşlarımı çıkarmayınca, hisarı almayınca murada ermem.” Kazan Bey, Oğuz’una: “Beni seven binsin”, der.

Güçlü Oğuz beyleri atlandılar, Bayburt Hisarı’na dört nala yetiştiler. Çetin bir savaştan sonra Beyrek, otuzdokuz yiğidinin üzerine geldi, onları sağ esen gördü, tanrıya şükr eyledi.

Bayburtlu Zihni

“Sümbüller perişan güller kan ağlıyor

Şeyda bülbül terkedeli bu bağı”

Edindiğim izlenimlere göre Bayburtlular konuşmayı pek fazla sevmiyorlar. Karşılarındaki kişiye sessiz, saygılı ve araştıran gözlerle bakarlar. Konuşmalarında bir yaşam felsefesi izleri yakalayabilirsiniz. Bazen de kafiyeli, koşma türü söyleşilere tanık olabilirsiniz. Bunda, yörenin aşıklar ve şairler diyarı olmasının etkisi var denebilir.

Zihni, bugüne kadar Bayburt’un yetiştirdiği en ünlü ozan ve hiciv ustasıdır. Cumhuriyet öncesi Türk edebiyatını neredeyse yok saydığımız bu son yüzyılı aşarken, 19. yüzyıl şairi Bayburtlu Zihni, bıraktığı güçlü izlerle hala bizimle birlikte 21. yüzyıla doğru yürüyebilmektedir.

Bayburtlu Zihni’nin tam olarak ne zaman doğduğu bilinmemekle birlikte 1795-1800 yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Bayburt’un Cıphınıs köyünde doğan Zihni’nin asıl adı Mehmet Emin’dir. Gördüğü bir düş sonucunda, kendisine Zihni diye seslenilmesinden sonra, ölünceye değin bu adı kullanmıştır.

Zihni, Bayburt ve Trabzon medreselerinde dönemin kültürüyle yetiştirilip on dört yaşındayken İstanbul’a gönderilir. Bu ilk yolculuktan ölümüne kadar, gurbet ellerde dolaşan, çalışan, halkı, devleti, ayrıcalıklı kişileri şiirleriyle yeren, hicveden bir yolculuğun içinde olmuş.

Zihni, Bayburt’a komşu olan Trabzon’un ilçesi Of’ta on bir ay katiplik yapmış. Trabzon Valisi Hazinedarzade Osman Paşa için yazdığı şiirde, paşanın kişiliğini ve zulmünü dile getirir:

Zahiri uymaz idi batınına

Seyf-i gaddar idi girmiş kınına

…………………

Yaktı yıktı Of ile Sürmene’yi

Taşa tuttu Arafat ü Mine’yi

Zihni, “Hikaye-i Garibe” adlı bir roman da yazmıştır. Bu eserinde Bayburt Beylerinden paşazade Sadullah Beyin oğlu Abdullah Beyin, 18 yıllık acıklı serüveni anlatılır. Eser, 1261 (1845) tarihinde yazılmıştır. Zihni bu eserini, Trabzon valisi Abdullah Paşanın yanında katiplik görevinde bulunduğu sırada kaleme almış, adını da GARİBNAME koymuştur. Kimi edebiyat tarihçileri bu eseri Türk edebiyatının ilk romanı olarak kabul etmektedir.

Zihni’nin fıkraları bugün dilden dile dolanır. Neredeyse 19. yüzyılın Nasreddin Hoca’sıdır diyebiliriz. Bayburt’ta duyduğum bir fıkra onun ne kadar zeki ve hazır cevap bir insan olduğuna tanıklık eder, sanırım.

Zihni, yaşlanmış, Çemberlitaş’ta bir kıraathanede nargilesini fokurdatmaktadır. Şairliğini bilen ve onu tanıyan gençten biri, alay etmek amacıyla yanına yanaşır:

“Hele dayı, iki laf et de kıçımın kenarına yazam.”

Bayburtlu Zihni, genci hafiften bir süzer ve:

“Yaz baah”, der “at s.ki.”

Bu cevap üzerine genç bir an duraklar. Zihni:

“Ne oldi?” diye sorar, “Hokka küçük, kalem beyük mü geldi?”

De Get Bayburt

De get Bayburt

De get sende nem kaldi

Hasan Kal’asında

Kunduram kaldi

Dede Korkut Kültür- Sanat Şöleni programında yer alan faaliyetler bile yalnızca Bayburt’un sahip olduğu zengin folklorik mirasa tanıklık etmeye yeter. Öyle ki, çocukluğumuzun baş oyunlarından olan Çelik Çomak oyunu bile unutulmamış, 1 nolu semt sahasında bu dalda yarışma düzenlenmiş. Şölen, bundan başka, cirit atma, balon uçurtma, İrşadi Baba Aşıklar gecesi, paraşütle atlama, bisiklet, resim, şiir ve kompozisyon yarışması, tiyatro, Şair Zihni şiir şöleni, Aydın Doğan Vakfı adına Karikatür Sergisi, havai fişekler, halk oyunları ve çeşitli eğlencelerle, Bayburtluların başka illerde ender görülen bir haftalık kültür şovuna sahne oldu. Dağların korumasında, düz bir ovada kentleriyle kendi halinde yaşayan Bayburtluların böylesi bir geleneği sürdürmeleri şaşırtıcı olduğu kadar, övgüye değer bir davranıştı. Doğrusu, binlerce yıllık geçmişi olan Bayburt’a da bu yakışırdı.

20 Temmuz sabahı Soğanlı Dağı eteklerinde düzenlenen “Yayla Günü” ne yetişmek için Trabzon’dan yola çıkıp Çaykara’ya geldik. Gördük ki, bizim gibi birçok Trabzonlu bu şenliğe katılmak için otomobilleriyle yola koyulmuş bile.

Çaykara Boğazı’ndaki dağ yollarını aşıp Demirkapı’ya ulaştık. Soğanlı Dağları’na tırmanırken doğanın bize sunduğu eşsiz güzellikteki çiçek deryaları sık sık otomobilimizi kenara çekmemize ve sanki tanrının önündeymişcesine saygı duruşlarında bulunmamıza neden oldu. Kucağımıza emaneten aldığımız çiçeklerin yaydığı baş döndürücü kokular, ürkütücü diklikteki dağları tırmanmayı oyun haline getirmişti.

Hoş bir yolculuktan sonra Soğanlı Dağı’nın doruğuna yakın bir düzlükteyiz. Yaklaşık 3000 m. rakımda müthiş bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Otobüsler, kamyonlar, otomobiller yamaçlarda park etmiş, seyyar satıcılar, kendin pişir kendin ye’ciler, berrak, güneşli ve bir o kadar serin havayla birlikte merakla birbirlerini gözlüyorlardı. Bir yanda davul-zurnalı, bir yanda da kemençeli gruplar yayla çimenlerini neşeyle okşuyorlardı. Nereden getirildiği belli olmayan develer, kendilerini beğenmiş bir edayla insanları süzüyor, insanlarsa etraflarını sarmış onları sırayla binmeye çalışıyorlardı. Bir yandan da valilikçe yapılan portatif stadyumda günün programı uygulanıyor, hoparlörden sık sık “küçük bir kız çocuğu kaybolmuştur, bulanların…” duyuruları yapılıyordu. Öylesine kalabalık bir toplulukta değil çocuklar, kocaman insanlar da kaybolabilir, üstelik burası bir dağ başı, duman vurduğunda kurtlara yem olmak da var.

Şölen esnasında en çok ilgimi çeken, Bayburtluların “Hançer Barı”, diye adlandırdığı, iki kişinin ellerinde hançerle karşılıklı oynadığı bir oyundu. Çünkü buna benzer bir oyun Trabzon’da “Bıçak Oyunu” adı altında oynanır. Bu yörede hançerli ve bıçaklı oyunların yaygın olması, bana, Ksenofon’un yöreden geçerken tuttuğu notlarda anlattığı Khalyb’leri anımsattı.

Of , Çaykara ve Sürmene yöresinde, bugün bile Gümüşhane ve Bayburt’ta yaşayan insanlar Khalt’lar diye anılır. Tarih de bu yöreyi Khaldia olarak tarif eder. Khalyb’ler, günümüzde de kullanılan, yaban hayvanlarından korunmak amacıyla dört direk üzerine kurulmuş, iskeleyle çıkılabilen, yörede “Kalif/Kelif” olarak adlandırılan kulübelerde yaşayan bir kavimdi. Ksenofon’un tuttuğu notlara göre Bayburt civarında yaşayan Khalybler, “memleketlerinden geçtikleri bütün kavimlerin en cengaverleri idiler. Ve dövüşten çekinmiyorlardı. Zırhları ketenden idi ve karınlarına kadar iniyordu, zırhlarının etekleri sıkı bükülmüş iplerden yapılmıştı. Dizlik ve miğfer de taşıyorlardı. Kemerlerinde hemen hemen Lakonia kılıçları büyüklüğünde bir harb bıçağı sokulu idi. Alt edebildikleri bütün düşmanlarını bununla öldürüyorlardı. Onların kafalarını kesiyor ve çekilirken beraber götürüyorlar, düşmanları kendilerini görebilirse türkü söylüyor ve raks ediyorlardı.” (Anabasis, Ksenefon, Maarif Matbaası, l944, s.187-188)

Bayburt, zengin bir folklor geleneğine sahip, ama bunu belli etmeyen, yaygın deyimle, havasını atmayan ilginç bir diyar. Tam kırk altı çeşit oyunun oynandığını tespit ettim. Bar ağırlıklı olan oyunlar, Erzurum yöresinin oyunlarına benzemekle birlikte, yerel adlar taşımaktadırlar. Örneğin: Bayburt Erkek Barı, Sarhoş Barı, Veysel Barı, Hanım Barı gibi.

Of, Çaykara ve Sürmeneliler ve çevredeki yaylalarda ikamet eden Karadenizlilerin kemençe, kaval ve horonlarıyla şenlenen yayla şöleni, Dede Korkut’a sunulan en güzel armağan oldu. Bir yanda kemençeyle birlikte edilen horon, diğer yanda davul zurnayla çekilen barlar, Soğanlı Dağları’ndaki çiçekler kadar güzel görüntüler ve ezgiler yayıyordu insanların gönüllerine.

Buradan festivali düzenleyenlere bir önerim var: Çelik-çomak ve balon uçurtma gibi çoçuk oyunlarını programa alanları kutlayarak, bundan sonraki şölenlere özellikle çocuk oyunları bölümünün konulması ve bu oyunların önce ulusal, daha sonra uluslararası bir organizasyona dönüştürülmesinin öncülüğünün Bayburtlularca yapılabileceğini düşünüyorum. Belki de ilerde oluşabilecek “Çocuk Oyunları Olimpiyatı”nın tohumlarını da böylece atmış oluruz. Neden olmasın?

Anlaşılacağı üzere Soğanlı Dağları ve Bayburt, unutulmaz konukseverliğiyle, tarihiyle, doğasıyla ve insanlarıyla, bize rüyalar aleminde yolculuk etme olanağı tanıdı. Bi dünya para ödeseniz, böylesine yüklü anılar satın alamaz, anlar yaşayamazsanız. Ne diyek;

Selam sana Dedem Korkut!

Şen olasın Bayburt!

Daha sende kim bilir nem kaldi?!

error

Enjoy this blog? Please spread the word :)